BIST9.915,62%2,05
USD32.509%-0.09
EURO34,7760%-0.56
ALTIN2.438,67%0.10

“İmdi avlanma zamanı değil, ağlama zamanıdır!”

Yavuz Bahadıroğlu

Abone OlGoogle News
02 Ekim 2020 09:03

Osmanlı Devleti’nin sınır boylarında hırpalanmaya başladığı yıllar...

Gün geçmiyor ki, serhadlerden acı haberler gelmesin! Ay geçmiyor ki, Osmanlı Devleti’ne bağlı kalelerden biri daha “nâbeca küffar” eline geçmesin! Vatan ağlıyor, millet ağlıyor, devlet ağlıyor; ne var ki, “Şevketlü Sultan Mehmed Han” (Sultan IV. Mehmed) maiyeti erkânıyla birlikte Davutpaşa ormanlığında hayal avlıyor!

Acaba Padişah, sınırlarda olup bitenlerden, kalelerin bir bir yaban ellere geçişinden habersiz mi?..

Elbette değildir, lakin kalın dalkavuk duvarını aşamıyor, dalkavukların, “İsabet buyurdunuz Hünkârım” şeklinde özetlenebilecek övgülerinde teselli arayıp vicdanını rahatlatıyor.

Mert ve sert bir sese hem vatanın, hem milletin, hem de Padişah’ın ihtiyacı var, ama nerde... O mert ve sert sesi kim verecek? Hangi babayiğit Padişah’ı düştüğü gaflet uykusundan uyandıracak?

Bereket versin millet bugünkü gibi “kaht-ı rical”de (adam kıtlığı) değil. En azından, milletin, İstanbul Kürsü Vaizi Himmetzâde Abdullah Efendi’si var.

Abdullah Efendi, Sultan IV. Mehmed devri hocalarından bir gönül eridir. Âlimdir, fazıldır, “adam gibi adam”dır! O kadar ki, yalnız İstanbul’da değil, neredeyse tüm İslâm âleminde adı, sanı bilinir, sözü, sohbeti dinlenir, kendisine güvenilir. Bir cuma sabahı Padişah’ın habercisi Hoca’nın kapısına dayanır:

“Efendi Hazretleri, Padişah’ımız, zat-ı âlinizi Davutpaşa Camii Şerifi’ne dâvet buyurmaktalar, ‘Gelsün, va’z-u nasihat itsün, irşad olalum”demekteler. Ne buyrulur?”

Himmetzâde Abdullah Efendi’nin sabrı çoktan taşmış da, duygu ve düşüncelerini Padişah’a ulaştırmak için çoktan beri müsait bir fırsat kollar olmuştur. Teklifi canına minnet sayar. Padişah’ın gönderdiği dört çekerli at arabasına binerek Davutpaşa’nın yolunu tutar.

Cuma sünnetinden sonra hutbeye çıkar. Ağlayarak konuşmaya başlar:

“Ey ümmet-i Muhammed! Devlet sahipsiz kaldı. Şehir ve kalelerimiz bir bir küffar eline geçti. Müslümanın canı, malı, ırzı, namusu pay-mal oldu. Camilerimiz kiliseye döndürüldü. İmdi günahlarımıza tövbe edelim. Secdeye kapanıp, gözyaşlarımızdan yerde çimen bitinceye kadar da ağlayalım. Belki o zaman bağışlanırız.”

Cemaat de ağlamaya başlamıştır. Abdullah Efendi, doğrudan padişaha döner. Canını dişine takarak âdeta azarlar:

“Hay Padişahım! Nedur bu hay-huy, nedur bu nefs-i emmareye uymalar? Niçün gaflet uykusundan uyanmazsız? Bilin ki şimdiki zaman avlanma zamanı değil, ağlama zamanıdır!”

Padişah, yüreğini inciten hutbeyi başı önünde sessizce dinler. Namaz biter bitmez de, adamlarına derhal hazırlanmaları emrini verir. İstanbul’a döner. Ordusunun başına geçip bizzat sefere çıkar.

Osmanlı’nın tabii devamı olan milletimizin bugün de Abdullah Efendi’lere ihtiyacı var. Birbirleriyle kavga eden siyasetçilerimizi, öğrencileriyle kavga eden üniversitelerimizi, halkla kavga eden medyamızı ve kendi kendisiyle kavga eden halkımızı “Kavga zamanı değil, el ele verip memleketi kurtarma zamanıdır” diye uyaracak mert bir sese muhtacız.

Yarın da son olarak “Molla Kâbız Hâdisesi”ni konuşalım inşallah…

Yavuz Bahadıroğlu

Akit TV köşe yazarı