BIST9.882,56%1,71
USD32.5556%0.06
EURO34,9837%0.03
ALTIN2.460,02%0.98

Geçmişten geleceğe…

Yavuz Bahadıroğlu

Abone OlGoogle News
13 Temmuz 2020 06:58

Doğu Karadeniz’in şirin bir sahil köyünde dünyaya geldim. Köyden ilçeye ilk gittiğimde sanırım beş yaşındaydım. İlk radyoyu o yaşlarda gördüm. Konsol büyüklüğünde bir şeydi. Büyük olmasına büyüktü, ama onca insanın içine nasıl sığdığı konusunda hayretler içinde kaldığımı hatırlıyorum…

Sonra radyo köyümüze geldi. Hamdi Usta (ahşap gemi ustasıydı, aynı zamanda köy doktoru gibiydi, iğne yapar, diş çekerdi, ama kimseden tek kuruş almazdı) paraya kıyıp almıştı. Köyün iki katlı tek evi de zaten onun eviydi. Üstelik tuğladan yapılmıştı (meselâ bizim ev konak kıvamında kocaman ahşap bir evdi). Kalabalığa girdiğinde iki katlı bir eve sahip olduğunu belirtecek cümleler kurar, meselâ “bizim üst katta” diye söze başlardı.

Akşamları yaşlılar Hamdi Dayı’nın evinde toplanır, nefes bile almadan “ajans” dedikleri “haberler”i dinlerlerdi.

O zamanın teknolojisine göre, radyolar lâmbalıydı. Transistor henüz icad edilmemişti. Radyo açılır açılmaz (radyoyu açmak Hamdi Dayının oğlu Hızır Abi’ye ait bir görevdi, çünkü Hamdi Dayı teknolojiden pek anlamazdı) ses gelmez, lambaların ısınması beklenirdi.

Elektrik olmadığı için radyoya bir nevi akümülâtör görevi gören koca bir batarya ile büyük bir pil bağlıydı: Enerjisini bunlardan alırdı. Çatıda da her yeri tellerle sarmalanmış kocaman bir “anten” vardı.

Ankara Radyosu belli belirsiz dinlenir, İstanbul Radyosu’ndan ise sadece çok açık havalarda ses alınabilirdi.

Fırtınalı havalarda Ankara Radyosu’nun yayınları da parazitlenirdi. Yaşlılar, haberleri daha iyi duyabilmek için radyoya iyice sokulur, avuçlarını da kulaklarının arkasına kepçe yaparlardı.

Değil biraz yaramazlık yapmak, böyle durumlarda neredeyse nefes almamız bile yasaktı. İçeride kaç kişi olursa olsun, radyo odasında sadece radyonun sesi duyulurdu…

Haber kaynakları bugünkü gibi zengin değildi. Devletin resmi ajansının (Anadolu Ajansı) geçtiği haberler okunurdu. Bir de hükümetin bildirileri yayınlanırdı.

Zaten ortalık sakindi: Ne “terör” vardı, ne “anarşi”, ne magazin! Yine de “ajans” dinlemek özellikle yaşlılara çok ilginç gelir, büyük bir ayrıcalık olarak algılanırdı…

“Bunu radyoda dinledim” diyebilmek büyük bir imtiyazdı.

O kadar ki, radyonun paraziti bile kıymetliydi. Görüntü varmış gibi gözler radyoya dikilir, dikkatle dinlenir, sonra kısa yorumlar yapılırdı.

Tabii bu durumdan Hamdi Dayı müthiş bir keyif alırdı. Çünkü o tarihte bizim köyde radyo sahibi olmak, bugün radyo istasyonuna sahip olmaktan daha önemliydi.

Hamdi Dayımız bunun tadını çıkarırdı.

Bir de bugünümüze bakın: Bir ara radyo istasyonum bile oldu.

Gördüğüm ilk büyük şehir, Samsun: On yaşlarında filandım. Babamın çalıştığı “Akın Motoru” ile gittim. Babamla birlikte makine dairesine iner, saatlerce onu izlerdim. Bu bir nevi hasret gidermekti. Diyebilirim ki, babamı bu yolculuk esnasında daha yakından tanıma fırsatı buldum. Haşin görünüşünün içinde yumuşacık bir kalb saklıyordu. Fakat deniz tuttu. Seyahatin tadını pek çıkaramadım.

İlk kez büyücek bir şehir görüyordum. Ne Pazar’a (bizim ilçe), ne Rize’ye (ilimiz) benziyordu. Caddeler insan karmaşasıydı. O kadar arabayı bir arada hiç görmemiştim.

“Böyle hızlı hızlı nereye gidiyorlar, herkesin ne kadar da acelesi var?” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Şaşkındım. Hele gece bastırıp etraf ışıl ışıl olunca, şaşkınlığım büsbütün katlandı. Gözlerimi sokak lambalarından alamadım. İskele babasına oturup saatlerce baktım. Babam gelip almasaydı, belki sabaha kadar seyredecektim.

İlk doğru düzgün sinemayı da Samsun’da gördüm. Nereden nereye…

Yavuz Bahadıroğlu

Akit TV köşe yazarı