BIST9.693,46%1,77
USD32.5355%0.02
EURO34,7190%0.09
ALTIN2.499,53%0.61

Musibetin de nimetin de asıl kaynağını unutmayalım!

Yaşar Değirmenci

Abone OlGoogle News
10 Ağustos 2020 08:17

(Dünden devam)

Yüce Allah izin vermeseydi hiçbir şey olmazdı. Başa gelen, Allah’ın izniyle olduğuna göre musibet karşısında feryad ü figan etmeye, üzülüp sızlanmaya gerek yoktur. Çünkü Allah’ın izniyle olmuştur. Allah’ın izin vererek olmasına müsaade ettiği şeylerde de bir hikmet vardır. Hikmetten de şunu anlamalıyız: İnsanın dünya nimetlerinden elde edemediği şeylere, başa gelen musibetlere üzülmemesi, elde edilen nimetlere karşı şımarmamasıdır. (Hadid Suresi 23)

Çünkü veren de alan da Allah’tır. İmanlı insanın hayatında kaybedilene üzülmek elde edilene karşı da şımarmak yoktur. Çünkü yok olması mukadder olan şeyin elbette yok olacağı, gelmesi elde edilmesi mukadder olan şeyin elbette geleceğini, elde edilebileceğini bilen ve inanan bir insanın üzülmesi ve şımarması doğru değildir. Rabbinin kendisini her zaman ikramlarıyla sevindirdiğini bilip O’na şükretmeli, memnuniyetini ve minnetini dua ve zikirleriyle, ibadetleriyle dile getirmelidir. Ve dünyaya, ahirete hazırlanmak için gönderildiğini hiçbir zaman unutmamalıdır.

Bela, sıkıntı, üzüntü, vs. bunların da sabrı gerektirdiği, imtihan dünyasında olduğumuzu da hatırımızdan çıkarmamalıyız. İmanlı olma kayd u şartıyla sabır ve şükürle yaşayanların yeri -inşaallah- cennet olacaktır. Dünya imtihan dünyasıdır. Hayat yolu inişli yokuşludur. Birkaç âyet mealini hatırlatayım:

“Allah’ın koyduğu düzenin yasalarına uygun olarak iradesi tecelli etmeden kimsenin başına bir musibet, bir belâ, bir felâket gelmez. Kim Allah’a, Allah’ın izni olmadan başına bir felâket gelmeyeceğine iman ederse, Allah sabırlı davranma ve haline razı olma konusunda onun kalbine, aklına aydınlık ve ferahlık verir. Her şey Allah’ın ilmi, planı, iradesi dâhilinde gerçekleşmektedir.” (Teğabun 11)

“Gerçek erdem kişinin “Allah’a, âhiret gününe, meleklere, ilâhî kelâma, nebilere inanması, malı -ona sevgi duymasına rağmen- yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekâtı gönlünden gelerek vermesidir. Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar, şiddetli zorluk ve darlıklara karşı göğüs gererler. İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar. Takvâya ermiş olanlar da bunlardır.” (Bakara 177)

Din kardeşlerimizi, sosyal medyadan, TV’lerden duydukları bilgilerin yanlış olabileceği hususunda ikaz ederek, doğru (sahih) olanlardan haberdar ederek doğru ve güzel amelleriyle mükâfata (ödüle) layık olmalarını, yanlış ve kötü amelleriyle de cezalandırılmaya da düşmemelerini sağlamaya çalışmak da bir kardeşlik vazifesidir.

Müslüman, başına gelene derin bir tevekkülle sabretmelidir. Bu acıların kendisine boş yere verilmediğini, sıkıntılara sabrettiği takdirde bu dertlerin kendisine ahiret azığı olacağını bilmelidir.

Yeryüzüne ve insanlara (Hadis-i şerifte görüldüğü üzere) Peygamber Efendimizi hayrete düşüren şey, kulun nail olduğu nimetleri verene şükredince de, şer gibi görünen dertlere, sıkıntılara ve hastalıklara sabredince de sevap kazanmasıdır.

“Rasûlullah aleyhisselam şöyle buyurdu: “Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”

Mü’min, verilen bu güzelliği görmeli ve haline şükretmelidir. Fakir, ‘neden hep ben sıkıntı çekiyorum?’ diye hayıflanmamalıdır. Hasta ‘neden dertler hep beni buluyor?’ diye şikâyet etmemelidir. Çünkü bazı insanlar, her istediğine sahip olunca yolunu kaybeder. Bazı insanlar da yokluk çekince isyankâr olur. Fakir yokluğa sabretmeli, zengin varlığa şükretmelidir. Dertler ve acılar, sabreden mü’mini, hiçbir hayır ve ibadetin eriştiremediği cennetteki yüksek derecelere kavuşturur. “Elbette Rabbimiz Allah’tır” diyenler ve sonra da tahriklere aldırmadan emredilen yolda sabır ve sebatla yürüyenler için ne gelecek endişesi vardır, ne de geçmiş korkusu.”

Yeryüzüne ve insanlara gelen musibetlerden, arız olan hadiselerden, zuhur eden hayır ve şerden hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez. Ancak Allah’ın izni ve dilemesiyle meydana gelir. Çünkü her şeyi yaratan, ilmiyle kuşatan Allah’tır.

O’nun izni dışında bir şeyin vücut bulması mümkün değildir, Allah’ın izni olmayınca hiçbir kimsenin istemesiyle çalışmasıyla gayretiyle kimseye bir bela bir musibet bir eza kısaca hiçbir şey olmaz, Allah’ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse ölmez. (Ölüm, belirli bir zamana göre ecel olarak yazılmıştır)

Bu akideyle (inançla) ölçülü ve dengeli hareket edildiği zaman problem yaşanmaz. İnsana bu dengeyi; her hal ve şartta bunalımsız yaşamayı, sabır ve şükür dengesini sağlamayı iman meydana getirir. Müslüman eğer, bu imanın icaplarını yerine getirirse belalara sabretmeye, nimetlere şükretmeye Allah onu muvaffak kılar.

Allah herkesin imanını, nifakını, küfrünü, itaat ve isyanını bilir. Ameline göre karşılığını verir. Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi peygamberlere, daha sonra derece derece sâlih kullara verilir.

Her türlü hastalık, bela ve kederli hallerimizde Rabbimize dua edelim. Mü’min, başına gelenlere; ‘Allah’ın takdiri böyleymiş’ diyerek teselli olur. Metanetini korur, verilen nimetlerle de mağrur olmaz. Sabır, İslam’ın Müslümanlara en sık tavsiye ettiği amellerden biridir.

Nitekim Asr Suresi’nde “Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” denmektedir. Peygamberimiz de; “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…”

Son yaşanan salgın hastalık (koranavirüs) olayı, hiçbir şey senin değil, kendinin zannettiğin her şey sana ‘Allah’ın emaneti’dir. Gereği gibi şükür, nimetin gerçek sahibini bilmektir. Şu hadis-i şerif üzerinde derin derin tefekkür edelim:

Ebu Zerr diyor ki; “Peygamber efendimiz bana yedi şeyi vasiyet etti: Fakirleri sevmemi, fakirlere yaklaşmamı, dünyalıkta kendimden daha aşağıda olanlara bakmamı, kendimden daha yukarıda olanlara bakmamamı, benden uzaklaşsalar bile akrabalarımla bağımı kesmememi, ‘La havle velâ kuvvete illa billah’ sözünü bol bol söylememi, acı da olsa gerçekleri söylememi, Allah’a dâvet konusunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmememi, insanlardan hiçbir şey istememeyi.”

Hangi toplumda olursak olalım, bulunduğumuz yerdeki Müslüman kardeşlerimizle gönül birlikteliği içerisinde, Peygamber Efendimizin güzel ahlâkından ibaret olan takva hayatını yaşayabildiğimiz nisbette Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine nail oluruz.

Allah’ın sevgisi gönüllerimizde yer etmeye başlar. Rızasına muvafık hareket edildiği müddetçe de bu yakınlık artar. Allah’a güzel bir kulluk edebildiğimiz ölçüde de Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelir ve bizi muhafaza eder.

Yaşar Değirmenci

Akit TV köşe yazarı