Köklerimize döndükçe Türk korkusu artıyor
Yaşar Değirmenci
Türklerle ilgili geniş incelemeler, yorumlar yayınlanıyor. Acaba birlik-beraberlik ideali taşıyorlar mıymış, Türkiye nasıl bakıyormuş, yarın neler olabilirmiş? ‘Ciddi değil’ demeyiniz. Korkuları ciddidir. Almanya’da Türklere yapılan muameleleri unutmayalım. Bunların ırkî olmayıp Müslümanlara yapılan zulüm cümlesinden olduğunu da hatırdan çıkarmayalım. Türkiye’de İslamiyetin gelişmesi açısından korkular ifade edildiği yazılıp-çiziliyor. Bu korkular yeni değil. Türklerin İslâm’a olan bağlılığının kuvvetlenmesi, Batılıları her zaman endişeye sevk etmiştir. Tabii içimizdeki Batıcıları da... Çünkü manevi bağları zedelemeden, Türkleri zayıflatmak-çökertmek-bölmek mümkün değildir. Bunu onlar bizden daha iyi biliyor.
Tanzimat, Meşrutiyet ve sonra Demokrasi niçin acılar getirdi? Çünkü ‘manevi tahrip’ kastıyla birlikte yürüyen bir oluşum içinde şekillendiler. Onlar yine (kendi tecrübeleriyle) biliyorlardı ki, ‘manevi temel’ devreden çıkarılırsa bu statü kalıpları ve çarkları insanı öğütür, un-ufak eder. Bir insanı manevi temelinden ve şahsiyetinden mahrum bırakınız, sonra ona hürriyet teklif ediniz! Seyreyleyin gümbürtüyü! Bize yapılan aynen buydu. Tanzimat’tan sonraki meşrutiyet-hürriyet yönelişi, o formülün uygulanışıydı. Tanzimat ertesinde Ahmet Cevdet Paşa ‘bir milleti imha hükmünden’ demişti. Aynı yıllarda Fransız elçisi ‘Türkiye bir cesettir’ diyordu! Sonra masonizmle kol kola Batılılaşma ve de güyâ ilerleme! Bir koldan değil, her yönden bitirmeye kurutmaya çalıştılar. Öğrencilerimizi içine alan bir ‘yabancı okul’ taarruzuyla daha sonra da ‘yabancı dille eğitim’ yaptırtarak benzeri görülmemiş bir emperyalizm cenderesiyle bizi bitirmeye gayret ettiler. Yine de yapamadılar. Tam ‘ceset’ haline getiremediler! ‘Bu Türkler İslâm’dan koparılmadıkça medeniyet için tehlikelidir’ çığlıklarıyla İngiliz parlamentosunda debelenip durdular. Batı Medeniyeti en iyi dönemlerinde bile hiçbir zaman, dürüst, samimi ve duygulu bir insan tipini idealleştirmedi. Bizden çok şey aldı ama aldıklarını hep muayyen hedeflerin vasıtası olarak kullandı, istismar etti. Batı tarihinde bir iyileşme gösteremezsiniz ki, hemen bir şerrin başlayışına basamak yapılmış olmasın. Fikri ve dini hayatları dahi aynı şekilde yürümüştür.
Bunca zaman geçmiş bunca bâdire yaşanmış; Türk İslâm’dan; İslâm, Türk’ten koparılamamış! Adamlar nasıl endişe etmesin?! Amerika’nın endişesi var da İngiliz’in Fransız’ın yok mu? Hele İsrail! Ayasofya’nın zincirlerinin kırılıp, hürriyetine kavuşması mevzuunda ‘Mescid-i Aksa’nın özgürlüğüne kavuşmasının da habercisidir’ ifadesi uykularını kaçırmaya yetti. Bakınız, dünyada bunca muazzam değişiklikler cereyan ediyor ama onların gözü Türk’te, İslâm’da! İşte Ayasofya’nın 86 yıl sonra tekrar cami olarak açılmasına gösterdikleri tepkileri, yas günü ilan etmeleri, bayrakları yarıya indirmeleri, devletlerinin başındakilerin beyanları, vs. İstanbul’un fethinin sembolü olan ve onu fetheden Fatih Sultan Mehmet Han’ın vasiyeti olan mukaddes sembol caminin asliyetine tekrar kavuşmasının tahammülsüzlüğü! İzahı kolay. Hep emperyalizm, hep işgal, hep, hep zulüm, hep işkence devletlerinin özelliği! Bizde ise hak, adalet, şefkat, merhamet, rahmet, insanlık…
İslâm ile Türk arasındaki bağları işlemez hale getirmek. Batı’nın bir buçuk asırlık politikası idi. Dünyadaki bugünkü değişimin ve esasen yaşanmakta olan buhranlı arayışın mânâsını kavramak, yorumlamak değerlendirmek; o bağların ses verir hale gelmesiyle mümkündür.
Bir gün belki bütün insanlık, ‘Kalk be koca Türk! Bu dünya yaşanmaz hale geldi. Kültür damarları kurudu, menbâlar erişilmez yerlerde kaldı. Biz sana düşmanlık etmek için bile senin bazı şeyler yaşatmana muhtaç olduğumuzu en sonunda anladık’ diyecektir!
Suriye, Mısır, Irak, kan gölü. Filistin kan gölü, Afganistan öyle. Biz millet olarak devlet olarak eski lider konumumuzda olsaydık böyle olur muydu? Adaletin timsali olmuş bir devlet geleneğinden gelen bizler tarihi misyonumuzun farkına ne zaman varacağız? Türk dünyasıyla, İslam âlemiyle, Doğu-Batı arasında köprü olmamızla, dünya devletleri arasında apayrı bir konumdayız. Bugünkü ağırlığımızla bu daha iyi anlaşılıyor.
Şu Danıştay’ın Ayasofya kararına bile dünya devletlerinin bu kadar ilgisi boşuna mı? Biz kendimizi ciddiye aldığımızda Avrupa’nın bizi nasıl ciddiye aldığının farkında mıyız? Kendimize döndüğümüzde, şahsiyetli bir devlet politikası takip ettiğimizde artan ağırlığımızı ne zaman anlayacağız? ‘Kökü mâzide olan âtiyiz’ sözü boşuna mı söylendi. Sloganlara sığınıp rejimle devleti karıştırmadığımızda insanımızın maddi-manevi huzurunu düşündüğümüzde, insanı devlete veya rejime feda etmediğimizde, ‘insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ düsturuyla hareket edip iyinin, doğrunun, güzelin yanında olduğumuzda, mazluma sahip çıkıp zalime ‘Dur!’ dediğimizde, insanların güvenini kazanıp onların umudu olduğumuzda çok şeyin değiştiğini göreceğiz. Şimdi olduğu gibi.
Dinimizle, imanımızla, mukaddeslerimizle irtibatımızı sağlamlaştıracağız. Bütün peşin hükümlerden uzak, sui misalin emsal olmayacağını unutmadan kötü örneklerin tesirinde kalmadan kurum ve kuruluşlarımızı mânevî bir imbikten geçirerek etrafımıza ‘insanlık ve medeniyet dersi’ vereceğiz. Çünkü dünya bize muhtaç bizi bekliyor. Ya biz kimi bekliyoruz?
Önümüzdeki asır, ‘ya ol, ya öl!’ emrine muhataptır. Dünya, ya bir ‘İnanç ve Düşünce’ çağına girecek veya delinerek kirlenerek çatlayıp-patlayarak tükenişini tamamlayacak.
Tarih, askeri-fiili olayların kronolojik istifinden ibâret görüldükçe, çocuk masalı seviyesine iner. Bir varmış, bir yokmuş; biri gelmiş biri gitmiş; o getirmiş, öbürü götürmüş!
Fikri-manevi, siyasi-sosyal-iktisadi münâsebetler bilinmedikçe, tarihin sırlarına yaklaşılamaz. Aranan cevaplar bulunamaz. Gerekli neticeler çıkarılamaz.