Bugünkü Buhranın Kökleri
Yaşar Değirmenci
Son yaşadığımız NATO, iki cenazede yaşananlar, katılanların kimlikleri, Batı uygarlığı adı altındaki katliamlar, zulümler, olayları düşünürken tekrar göz attığım Peyami Safa’nın ‘20. Asır Avrupa ve Biz’ kitabındaki 1945-1958 yıllarında yazdığı makaleler bugün yazılmış gibi. Dert ve meselelerimiz aynı. Aydınımız ve Medeniyetimiz Meselesi.
“Medeniyet, kurban ve kahraman ister. Her ileri adım bir uçurum üstünden atlayıştır. Tehlikesiz başarı, tehlikesiz kazanç, tehlikesiz ilerleme yoktur. Bencilin aldanışı kendi saadeti için yaşadığını sanmasındadır. Hepimiz bu dünyaya kendimizi kendimizden daha yüksek hedeflere vermek için geldik. Medeniyet bencillerin değil, kahramanların eseridir. Günümüze bir bakınız: Bizdeki buhranların çoğu bütün dünyada ve en ileri memleketlerde vardır. Ahlak buhranı, aile buhranı, müşterek ölçü buhranı, ekonomi buhranı, rejim buhranı… Fakat bunların kökleri, dereceleri ve cemiyet içindeki tepkileri bizdekinden çok farklıdır. Batıdaki manevi buhranların kökleri, insanın ölçüsünü insanda bulan, onu tanrılaştıran ve insanın bencilliğini artırarak onu kazanç ve keyif peşinde koşturan Rönesans’a kadar dayanır. Bu, kendi manasından kopmasıdır. Yirminci asrın en büyük meselesi bu olmuştur. (Köklerimize inmeden göklere yükselemeyeceğimizi, kültürel inkârın kültürel intihar olduğunu, fiilen değil, zihnen işgal edildiğimizi bilelim.) Milletler, sınıflar, zümreler ve fertler arasında müşterek ölçü buhranı, inanç buhranı, ahlak, aile, gençlik buhranları beş asırlık bir tarihin ışığında incelenmektedir. Ekonomi buhranının da kapitalist memleketlere has vasıfları bizdekinin aynı değildir. Manevi bir kalkınma hareketi cemiyetin seçkin fikir zümrelerinden doğar. Her türlü siyasi emelin dışında, tamamıyla sosyal ve millî gayelere yönelmiş teşekküller devletten yardım bekleyerek değil, onun imdadına koşarak çalışırlar. Biz böyle bir teşekkül kurduk mu, ilk işimiz devlete avuç açmak olur. Kendi kendimize yetmezliğimizin ilk belirtisi de, küçük maddi engeller önünde sarsılmak, sonunda da yıkılmaktır. Böyle tecrübelere şahidim. (Toplumu ayakta tutan manevî ve kültürel değerler canlı tutulmalı. Modern insan araçlara sahip oldukça amaçlarını kaybetmeye hatta araçları amaç sanmaya başladı. Böyle olunca; bilimin, siyasetin, ekonominin, teknolojinin kölesi oldu. Görünen, yaşanan huzursuzlukların aslî sebebi budur.) Bu bakımdan, bütün buhranlarımızda aydının (münevverin veya entelektüelin) mesuliyet payı büyüktür. Herhangi bir buhran, bilhassa manevi bir buhran bahis mevzuu olduğu zaman, hükûmet aleyhine konuşmaya en az hakkı olan da münevverdir. Çünkü devletten evvel kendisine terettüb eden vazifeden kaçmaktadır. Cemiyetlere, medeniyetlere, kültür hareketlerine bakarsanız, hem eski, hem de yenidirler. Hem kendi kendileri kalıyor, hem değişiyorlar. (Belki de hayatımızın gayesini unutmanın cezasını çekiyoruz. Gayeyi unutmanın cezası, vasıtaya mahkûm edilmektir. Vasıta mesabesinde olması gereken ekonomiye mahkûmiyetin cezası da bu olsa gerektir.) Düşünce tarzımda, fikirlerimde, heyecanlarımda, dış tesirlere verdiğim şuurlu veya otomatik cevaplarda pek çok değişiklikler olmuştur. Fakat ben yine benim, başka biri değilim. Yoksa kendi kendimi tanımazdım, hatırlamazdım. (Belki de hayatımızın gayesini unutmanın cezasını çekiyoruz. Gayeyi unutmanın cezası, vasıtaya mahkûm edilmektir. Vasıta mesabesinde olması gereken ekonomiye mahkûmiyetin cezası da bu olsa gerektir.) Bir fert veya cemiyet, kendi benliğine sadık, kendi benliğine müsavi kalmak şartı ile kısmen değişebilir yoksa mahvolur. Her canlı şey var olmak için kendi kendine sadık, kendi kendine müsavi olmak zorundadır. Yani kendi tarihine sadık, hatıralarına sahip olmak zorundadır. Yoksa kendi kendini tanımaz. Yani yok olur. Her canlı şey yaşamak için değişmek zorundadır. Yaşadıkça değişmeyen canlı yoktur. Buradaki zahiri zıtlığı ortadan kaldırmak için şu soruyu cevaplandırmalıyız: Bir insanın veya bir milletin sabit kalan tarafı hangisi, değişen ve değişmesi gereken tarafı hangisidir? Benim sabit kalan tarafım benliğimdir. Hepimizin öyle. Türk milletinin sabit kalan ve sabit kalması şart olan tarafı benliğidir. (Dini-milli değerleridir.) Bunun dışında her şey değişebilir. Ben kendimi hafızamla tanıyorum. Hatıralarımla bu günümü düne, bugünkü benliğimi dünkü benliğime bağlıyorum. Psikolojik vahdetimi bu şekilde idrak ve muhafaza edebiliyorum. (Mazi-hal-istikbal.) Türk milleti de kendisini tarihi ile milli hatıraları ve gelenekleri ile tanır. Bu gelenekler arasında tekâmüle tabi olanları terk etmeğe lüzum yoktur. (Kökü mazide olan atiyiz.) Türk milletinin var olabilmesi için iki şart vardır. Biri kendi kendisi olmaya devam etmesi, tarihine ve geleneklerine bağlı olmaya devam etmesi. (Sabit ucu olmayan pergel daire çizemez.) İkincisi, benliğini kaybetmeyecek derecede değişmesi ve yenileşmesidir. (Pergel örneğini unutmayalım.) Her ebedi varlık, hiç değilse her devamlı varlık, kökleri, derine gittiği nispette büyüyen serpilen ağaç gibi, hem eski, hem de yenidir. Muhafazakârlık, dünü ve yarını, eskiyi ve yeniyi kucaklar. Var olabilmeleri ve yaşayabilmeleri için, dünü, bugünü ve yarını kucaklayıp üç zamanı aşan bir ebedilik sırrın erişmeleri lazım gelmiştir. (Medeniyet fikrimiz, kendi değerlerimiz olmadan, hiçbir şeyi derinlemesine kavrayamayız. Aidiyetimizi bilmez/bilemez hale geldik/getirildik. Değişmemiz; ‘Biz kalarak değişmek, değişerek biz kalmak!’) Sanatlar için böyle, medeniyetler için böyle, milletler için de böyle. Mezarlıklarımızda kendimizi buluyor, ideallerimizle yarını hazırlıyoruz. Eskiye ne kadar saygımız varsa yeniye de o kadar sevgimiz var. Bunları birbirinden ayırmıyor ve var olmamızla devamımızın şartını ikisinin terkibinde buluyoruz.” Hayatımızda düşünceyi, duyguyu, sorumluluğu, sevgiyi saygıyı ve millî hüviyetimizi muhafaza edelim. Değersiz, kutsalsız, insansız bir dünya olmaz. (Peyami Safa’nın Eğitim Gençlik Üniversite, 20. Asır Avrupa ve Biz kitapları okunmalı, okutulmalı.)