BIST9.915,62%2,05
USD32.4807%-0.17
EURO34,7709%-0.58
ALTIN2.443,81%0.31

Ege'de ve Akdeniz’de kaybettiklerimizi kazanma zamanı…

Sabri Balaman

Abone OlGoogle News
19 Ocak 2021 09:13

Dünden bugüne Yunanistan ile olan ilişkilerimize biraz ışık tutacak olursak, Yunanistan’ın bölgedeki haylaz çocuğu oynamasının tesadüf ve kaderden ibaret olmadığını görebiliriz.

Türk siyasetinin basiretsiz liderleri nedeniyle tarihte stratejik hatalarla dolu bir yol haritasına rastlıyoruz. Geçmişte Batı’ya yaranmak adına verilen ödünler, tarihe acı birer not olarak düşmüştür.

Son yıllarda Yunanistan-Türkiye ilişkileri, reel politik ve diplomasi üzerine kurulu bir yol haritası üzerinden yürütülmeye çalışılıyor.

Çoğu zaman iç kamuoyu bu anlamda tatmin olmasa da AK Parti iktidarı döneminde Yunanistan’a karşı uyarıcı hamleler gerçekleştirilmiş ve karşılık bulmuştur.

Buna karşılık verebileceğimiz iki örnek, Ege ve Akdeniz politikalarıdır.

Haylaz Yunanistan’ın şımarıklıklarına taviz veren Türkiye devrinin kapandığını, bu iki bölgede izlenen politikalardan da anlayabiliyoruz.

Türkiye, günümüz şartlarında bölgede yakaladığı stratejik oyun kuruculuğu rolünden asla taviz vermemelidir.

Yunanistan’ın, tarih boyunca ağlayan çocuk misali Batı’yı kullandığını iyi analiz etmek gerekir.

Batı’nın da bu noktada Yunanistan’ı tampon bölge gibi kullandığını ve bölgeyi çember içinde güvenli kıldığını görebiliyoruz. Türkiye ise, Yunanistan’ın çember olarak kullanıldığı sınırda 70 yıldır bekletilerek oyalanıyor.

Buna karşılık, bugüne kadar Türk diplomasisinin eksikliği de burada ortaya çıkıyor. Türk diplomasisi, Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan’a karşı yeterli direnci gösterememiştir.

Yunanistan’ın Ege’de gayri askeri olan 16 adayı silahlandırması, 23 ada üzerinden Türkiye’yi tehdit etmesi de tarihin bir tesadüfü değildir.

Ülkenin adalar üzerinden nerdeyse Ege kıyılarını açık cezaevine dönüştürmesi, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı daha sert bir politika izlemesi gerektiği anlamına geliyor.

Türkiye’nin Batı’ya karşı haklarını savunabilmesi için öncelikle işgal edilen 18 ada ve bir kayalık üzerinde durması ve Lozan ile Paris Barış Anlaşmaları doğrultusunda diplomasi yollarına başvurması gerekiyor.

Anlaşmalar doğrultusunda incelendiğindeyse Yunanistan’ın sahip olması gereken ada sayısı 14 iken, 18 adaya da el koyarak ada sayısını 32’ye çıkarması kabullenilmemelidir.

Türkiye’de bıçak kemiğe dayanmıştır. Yunanistan, bu adaları terk etmek durumundadır.

Eski Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın da 2015 yılında yaptığı Meclis konuşmasında, bu anlaşmalar doğrultusunda adaların Türkiye’ye ait olduğunu söylemekte fayda var.

Türkiye, Lozan’da taraftı ancak Paris’te taraf değildi ve bu da hukuken Türkiye’nin onayı ve rızası olmadan böyle bir devir yapılamayacağına işaret ediyor.

İtalya’nın 12 ada üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmesi halindeyse bu adalar hukuken Türkiye’nin sınırlarına dahil oluyor. Aynı zamanda hatırlatmakta büyük yarar vardır ki; Yunanistan bu adalardaki yerleşik vatandaşlarına tapu veremiyor. Çünkü bu topraklar, hukuken Türkiye’ye aittir.

Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan askeri gerilimlerin merkezinde Lozan Antlaşması’nın sebep olduğu hukuki boşluklar var. Anlaşmanın imzalandığı 1923 yılında adaların ekonomik bölgesi, kıta sahanlığı ve hava sahası gibi tanımlar olmadığı için Yunanistan bu durumu uzun yıllardır kendi lehinde kullanmaya devam ediyor.

Mavi Vatan Doktrini ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de çok geniş bir alanda oyuncu olması zorunludur. Türkiye diplomasisi eğer başarılı olursa, Karadeniz ve Süveyş’ten Orta Akdeniz’e uzanan deniz yollarını kontrol edecek konuma ulaşabilir.

Üstelik Mavi Vatan planı, Türk stratejik aklı tarafından desteklenebilir ve Libya sayesinde Kuzey Afrika’da ve Somali sayesinde Kızıldeniz’e kadar bir saha kontrol altına alınabilir.

Yani haylaz çocuk devre dışı bırakılarak, Türkiye kendi egemen sahasında dilenci değil oyuncu rolünü üstlenebilir.

Yeni dünya düzeninde yerini alan Türkiye, dilenci diplomasisi değil, akıl ve oyun kuran diplomasi devrine geçiyor.

Başlayan istikşafi görüşmeler, Türkiye’nin oyalanma ihtiyacına yönelik değil, kaybettiklerini kazanma dönemi olmalıdır.

Avrupa Birliği tam üyeliği alabilmek için başka ödün verecek bir adamız kalmadığını, kaybetme politikası üzerinden ilerleyerek hiçbir şey kazanamadığımızı hatırlatmak isterim.

AB’nin, tam üyeliği, Türkiye’nin başında sallanan bir kılıçtan çok, can almaya yönelik olduğunu, milletin de bu anlamda ciddi tepkisi olduğunu artık görmezden gelmeyelim.

Vesselam…

Sabri Balaman

Akit TV köşe yazarı