BIST9.716,77%-0,05
USD32.5459%0.03
EURO34,9824%0.03
ALTIN2.435,89%0.52

Doğu Akdeniz’i Yunanistan ve Lübnan Üzerinden Okumak

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Abone OlGoogle News
12 Ağustos 2020 10:15

Dünya kamuoyu pandeminin aldığı son seyri ve ikinci dalganın gelip gelmeyeceğini tartışırken Doğu Akdeniz gündemdeki sıcak yerini koruyor. Her gün yeni hamleler, yeni ittifaklar ve farklı açılımlarla yeni kurulacak dünyada hangi ülkenin ne ölçüde güç sahibi olacağı ve küresel hâkimiyet mücadelesinde liderlik vasfını hangi aktörün/aktörlerin göğüsleyebileceği Doğu Akdeniz üzerinden belirlenmeye çalışılıyor. Başka bir ifadeyle Doğu Akdeniz, kurulacak yeni dünyanın şekillenmesinde hâkim rol oynayan en önemli stratejik coğrafya olarak ön plana çıkıyor.

Tam da bu bağlamda Türkiye Libya üzerinden başlattığı Akdeniz açılımını daha da tahkim etme ve bölgede uluslararası hukukun kendisine tanıdığı haklardan vazgeçmeme konusunda ısrarını tüm dünyaya ilan etmek için bir biri ardınca çarpıcı hamleler yapıyor. Öncelikle dış politikada karar alıcı mekanizma, kendisini Antalya limanına hapsetmeye çalışan, İsrail-Güney Kıbrıs-Yunanistan ve oradan İtalya’ya uzanması planlanan petrol ve doğalgaz boru hattı projesi olan EastMed’i Libya ile yaptığı sınır mutabakatı ve ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ile etkisiz hale getirdi. Bu adımın doğal uzantısı olarak Türkiye, bu alan içerisinde yer alan Meis adası civarında sismik arama ve sondaj çalışmaları başlatmak için 21 Temmuz 2020 tarihinde NAVTEX ilan etti. Bir ülkenin deniz hareketliliğini ilgili taraflara bildiren, rotası üzerinde egemenlik hakkı sınırlarını tespit eden ve başka aktörlerin bu bölgeye tecavüzünü savaş deklarasyonu olarak gören NAVTEX, belirsizliğe karşı bir pozisyon alış çerçevesinde ciddi anlamlar içermektedir.

Ne var ki NAVTEX ilanının akabinde kendisini ciddi tehdit altında gören Yunanistan, tarihi boyunca yaptığı gibi, büyük güçleri devreye sokarak cürmünün çok üzerinde maksimalist politikalar izlemeye başladı.Haddi zatında Yunanistan Avrupa Birliği’nin gönderdiği yüzlerce milyar Euroluk kurtarma paketlerine rağmen iflasını ilan etmiş, en önemli işletme ve kurumlarını Almanya ve ABD’ye satmış ve hatta Pire Limanını Çin’e peşkeş çekmiş biçare bir ülkedir. Ancak onu bu kabil politikalar uygulayarak Türkiye’ye karşı kışkırtan güçler mevcuttur. Nitekim bunların başında gelen ve Fransa ile liderlik mücadelesi yürüten Almanya, Türkiye’nin donanması ve Oruç Reis gemisiyle bölgeye intikali sürerken aracılık rolü üstlenerek bir ateşkes ve diyalog süreci başlatmak istemiştir. Buna mukabil Türkiye, ortaya çıkabilecek çatışma ve gerginlikten önce diyalog ve uzlaşıya imkân tanımak için iyi niyetli bir tutum sergilemiş ve Alman teklifini kabul etmiştir. Bu esnada NAVTEX ilanından itibaren teyakkuz durumuna geçen Yunanistan’dan heyetler gelerek bir uzlaşı zemini aradıkları intibaını yaratmak istemişlerdir. Ne var ki bu hengâme sürüp giderken 6 Ağustos 2020 tarihinde Yunanistan ile Mısır’ın bir MEB Anlaşması yaptığı bilgisi, gündeme bomba gibi düşmüştür.

Bu durum Türkiye’nin aldatılması ve iyi niyetinin istismar edilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Ayrıca bu illegal anlaşmayı teşvik eden ülkenin ABD olması, olayı daha başka boyut ve seviyelere taşımaktadır. Zira söz konusu Yunanistan-Mısır anlaşmasının yapılmasında üstlendiği misyonla ABD, hem Suriye’de ve hem de Libya’da Rusya’yı dengelemek ve çevrelemek için Türkiye’yi kullanmaya odaklı pespaye bir politika izlediğini ifşa etmiştir.

Anlaşma, Türkiye açısından yok hükmündedir. En başta Libya ile Türkiye’nin üzerinde anlaştığı ve Birleşmiş Milletlere kabul/kayıt ettirdiği MEB sınırlarıyla örtüşen ve çakışan sözde anlaşma, adalara kıta sahanlığı hakkı tanımaktadır. Bu yaklaşıma göre Türkiye’ye 2 km, Yunanistan’a 580 km mesafedeki 10 kilometrelik Meis adasının 50.000 km kıta sahanlığı mevcuttur. Haliyle bu durum akla, mantığa, vicdana ve tabiatıyla uluslararası hukuka aykırıdır. Bu bakımdan Türkiye daima merkezi Lahey’de bulunan Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeye hazır olduğunu bildirmesine rağmen, Yunanistan buradan çıkacak kararı tanımayacağını daha en başından deklare etmiştir.

Haddizatında tüm bu girişimlerin arkasındaki nihai hedef, Türkiye’yi yalnızlaştırarak Akdeniz’deki hâkimiyet alanını sınırlamak ve Türkiye’nin açık denizlerdeki hidrokarbon kaynaklarına erişimin engellemektir.

Esasen Türkiye’nin Libya’nın meşru hükümetiyle yaptığı anlaşma ile tüm hesapları bozulan şer cephesinin hesabı, Suriye’de Libya’da Yunanistan’da Azerbaycan’da savaşan ve Irak’ın kuzeyiyle kendi içinde PKK ile mücadele eden bir Türkiye’nin nefesinin tükenmesini sağlamaktır. Bu amaca matuf olarak Trump’a yakın senatör Lindsey Graham, çok yakın zaman önce, ülke olarak Suriye’nin güneyinde PKK/PYD ile petrol anlaşması yaptıklarını duyurmuş, Dışişleri bakanı Pompeo ise devlet olarak bu imzanın arkasında olduğunu deklare etmiştir. Bu adımla ABD, Irak ve Suriye’nin teröristlerini birleştirerek Türkiye’nin güneyinde bir terör devleti kurdurmakta ne denli kararlı olduğunu ispat etmiştir.

Buna ilaveten Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta Hizbullah’ın silah alıverişi yaptığı iddia edilen ve stratejik öneme sahip limanındaki – şehri adeta havaya uçuran - korkunç patlama, Doğu Akdeniz’deki gelişmelerden bağımsız okunmamalıdır. Ticari anlaşmazlıklar ve taşıdığı maddenin niteliği nedeniyle altı yıldır limanda tutulan bir geminin bıraktığı 2750 tonluk amonyum nitratın infilakıyla gözler, -haklı olarak- İsrail’e çevrildi. Nitekim İsrail, uzun zamandan beri İran destekli Hizbullah teröristleri yardımıyla ayakta duran Lübnan hükümetini tehdit etmekte ve ülkeyi işgal ve terörize etme faaliyetlerini alenen sürdürmekteydi. Üstüne üstlük Türkiye’nin yaptığı anlaşmalarla en çok kaybeden ve en az sesi çıkan İsrail, son dönemde kendini köşeye kıstırılmış ve çaresiz hissetmekteydi.

Şer cephesinin diğer üyeleri Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Yunanistan, Rusya, ABD ve Fransa da kartların yeniden karılmasını tedarik edecek bir açılım peşinde koşmaktaydılar. Öyle ki son bir ayda kendi aralarında saflarını sıklaştırma ve diplomatik temasları artırma yönünde adım atan bu ülkeler, Mısır ordusunu öne sürerek Libya’da mevzi kazanmaya çalıştılar. Ancak Mısır’ın diktatörü Sisi’nin başı Etiyopya ile ciddi dertteydi. Etiyopya’nın Nil üzerine inşa etmeye başladığı ve Sudan’ı da ilgilendiren Nahda (Rönesans) Barajı su toplamaya başladığında Mısır’da hayat kalmayacak, çaresiz Mısırlılar kendi ülkesinde iç göçe maruz kalarak mülteci konumuna düşeceklerdi. Mısır ordusu ise Sina’da 700 DEAŞ militanıyla bile baş edecek kapasiteye bile sahip değildi. Ne var ki diktatör, iktidarının diyetini hayatı ve hükümeti pahasına ödemek zorundaydı. Buna benzer biçimde, henüz merhum gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kanı kurumadan benzer bir cinayete daha teşebbüs ettiği ortaya çıkan Suudi Prens Selman da –eğer ABD gerek duyarsa- uluslararası kamuoyuna hesap vermek durumunda…

Şer ittifakının bir diğer üyesi olan Rusya ise, en gelişmiş teknolojilerini Sirte ve Cufra’ya yığmakla meşgul durumda. MIG-29 ve SU-35 gibi uçaklarıyla S-400 füze rampalarını ve Pantsir uçak savar sistemlerini bölgeye getirmekte hiçbir beis görmeyen Rusya, ne Avrupa Birliği’nin Libya’ya silah ambargosunu şekillendiren İrini Operasyonu’na takılıyor, ne NATO’nun ne de ABD’nin bir tepkisiyle karşılaşıyordu. Daha da ötesi, bölgede Rus yığınaklanmasını bir bir kayda geçiren AFRICOM’un çabaları, ABD yönetimini bir türlü harekete geçirmeye yetmiyordu. NATO üyesi Fransa’nın Rusya’yı bölgede tahkim etme çabası da bu anlamsız hizalanmaya bir halka daha ekliyordu. Nitekim sömürge valisi edasından çıkamayan Makron, Beyrut’a yaptığı ziyarette olayın araştırılması için uluslararası bir komisyonun kurulmasını teklif ederek hem Lübnanlıları aşağılamaktan ve hem de tahkikatı akamete uğratma gayretinden geri kalmıyordu. Böylelikle hem İsrail’i koruma altına almış alıyor ve hem de ülkesine yılda yaklaşık 500 milyar Euro getiri sağlayan Afrika’daki sömürgelerinin uyanmasına ket vurmuş oluyordu.

Sonuç itibarıyla, son derece karmaşık ilişkiler yumağını bünyesinde barındıran Akdeniz denkleminde Türkiye’nin bir yapmaması ve bir de kesinlikle yapmaması gereken iki durum mevcut. Yapması gereken, Mısır, Lübnan, İsrail ve Suriye ile bir şekilde diyalog zemini geliştirerek bu ülkelerle acilen ve birbiri ardınca MEB anlaşmaları imzalamak. Hatay’ı Türkiye’ye katan ve Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirip KKTC’yi bir aktör haline getiren Türkiye, kendi çıkarlarını koruyarak bu diplomatik adımları atabilecek kapasite ve müktesebata sahiptir. Öte yandan KKTC’de bir an önce üslerini kurarak Ada’yı tahkim etmek durumunda olan Türkiye, Gambot diplomasisi olarak isimlendirilen yöntemi kullanarak “çatışarak işbirliği” zemininde yeni hamleler yapmalıdır. Nitekim Suriye’de Rusya ile bu kabil bir diplomasi, başarı ile hâlihazırda sürdürülmektedir. Buna ilaveten Suriye’de Rusya ile tatbik edilen bu politikayı Libya’ya da teşmil etmenin yolları aranmalıdır.

Öte yandan ülkemizin kesinlikle yapmaması gereken şey, 10 Ağustos 2020 tarihi itibarıyla ilan ettiği NAVTEX’le bölgede çalışmalarını başlatan Oruç Reis’i durdurmak için devreye girecek Almanya ve ABD gibi ülkelere tekrar güvenmektir. Bunu yaparsa Türkiye, Yunanistan’ın argümanlarını tahkim etmiş ve Meis ve civarını “statüsü tartışmalı” bir bölge olarak gördüğünü zımnen kabul etmiş olur. Bu durum Türkiye için felaket habercisidir. Zira NAVTEX’le belirlenen hedefler gerçekleşene kadar harekâtın herhangi bir nedenle inkıtaa uğraması, hem Doğu Akdeniz’de ve hem de yeni kurulmakta olan dünya düzeninde Türkiye’yi iddiasız ve saygı duyulmayan, edilgen bir ülke konumuna düşürür. Hâlbuki 21 Temmuz’da askerimiz durdurulmasaydı ve devletimiz aldatılmasaydı, şu an bir Yunan donanmasından bahsetmemiz mümkün olmayacaktı.Bundan sonra masada alınan isabetli kararların sahada tereddütsüz uygulanması, nihai hedefe varmada en isabetli kılavuz olacaktır.

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Akit TV köşe yazarı