BIST9.915,62%2,05
USD32.509%-0.09
EURO34,8107%0.10
ALTIN2.440,94%0.09

Pandemi sonrası Türk dış politikası

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Abone OlGoogle News
16 Haziran 2020 09:47

Küresel salgının ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları netleştikçe ülkelerin dış politika yönelimlerinde önemli değişimlerin yaşanması kaçınılmazdır. Pandeminin geride bıraktığı hasarın tespiti adına henüz bir şey söylemenin erken olduğu bu zaman diliminde, süreç içinde ülkelerin farklı düzlem ve seviyelerde kurdukları yeni ilişki modelleri, küresel siyasette ciddi güç kaymalarını beraberinde getirecek gibi görünmektedir. Öyle ki bazı ülkeler bu süreçten başarıyla çıktıkları istikametinde erken zafer naraları atarken, bazı ülkeler –şaşırtıcı bir biçimde- daha önceki imaj ve algılarından beklenmeyecek seviyede başarısız bir performans çizmiş ve küresel salgının ezici yükü altında adeta ezilmiş ve hezimete uğramışlardır. Eğer ülkelerin pandemi sonrası marka değerlerinden ve özgül ağırlıklarından söz edeceksek, krizi yönetme biçimleri, sağlık altyapıları, süreç içinde dış dünyayla kurdukları ilişkiler ve kendi vatandaşlarına verdikleri değer gibi parametreleri dikkate almak durumundayız.

Saydığımız kriterler açısından bakıldığında ilk etapta çoğulcu, demokratik ve açık pazar ekonomisine sahip ülkelerin süreçten başarısız çıktığı, öte yandan otoriter ve hatta totaliter ülkelerin ise çok fazla yara almadan ve aşırı örselenmeden neticeye ulaştıkları iddia edilebilir. Ne var ki, söz konusu otoriter ve hatta totaliter kategorisinde ele alacağımız Çin, kısa vadede normalleşme süreci içine girerek sağlık ekipmanı ve personeli üzerinden kamu diplomasisi yürütme ve tecrübe paylaşımı ve maddi yardımlar yaparak yumuşak gücünü kullanma arayışına girmiş olmakla birlikte gene kısa zaman diliminde bu politikalarından umduğu sonucu alamamıştır. Zira Çin’in Dünya sağlık Örgütü’ne (DSÖ) gönderdiği verilerin gerçeği yansıtmadığı bizzat kendileri tarafından itiraf edilmiş ve 17 Nisan tarihinde 1297 vefat daha, total ölümlere eklenmiştir. Uyguladığı tedavi yöntemleri şaibeli bulunan Çin, uluslararası toplumla birlikte hareket etmediği, laboratuvarlarını, tedavi süreçlerini ve aşı ve ilaca yönelik çalışmalarını gizlediği, pandemiyi çok geç haber vererek dünyayı hâlihazır felakete sürüklediği ve en nihayetinde propaganda aracına dönüştürdüğü yardım malzemelerinin standart dışı/merdiven altı üretim olduğu argümanlarıyla itham edilmiştir.

Bir de bunlara ABD ile İpek Yolu Projesi üzerinden girdiği liderlik savaşı, DSÖ üzerinden yaşadıkları polemikler ve acımasız ticaret savaşları da eklemlenince Çin’e karşı dünyanın bakışı önemli ölçüde değişmeye başlamıştır. Öyle ki ABD ve AB -yakın zamanlarda belki de ilk defa ortak tehdit ve ortak tehdidin yarattığı ortak bir vizyon etrafında toplanıyor görünmektedirler. Bu ortak vizyonun en büyük sonucu, Atlantik’in her iki yakasının üretim ve tedarik merkezi olma imtiyazını –son yirmi yıllık anlaşmalarla – kazanmış olan Çin’in bundan sonra devre dışı bırakılması olacaktır.

Çin’in üretim merkezi olmaktan çıkarılması, tüm küresel dengeleri radikal bir biçimde değiştirecektir. Çin’in devre dışı kalmasıyla üretim önemli ölçüde Çin’e komşu olan –Hindistan başta olmak üzere- Güneydoğu Asya ülkelerine kayacaktır. Bu bağlamda krizi yönetme kapasitesi, vatandaşlarına sahip çıkma itinası, güçlü sağlık altyapısı ve süreç yönetimindeki basireti ile salgını başarıyla atlatan ender ülkelerden birisi olan Türkiye de bu dağılımdan payını fazlasıyla alacaktır. Zira Türkiye’nin jeopolitik konumu, tarımsal ve endüstriyel potansiyeli ve ucuz ve vasıflı işgücü lojistik imkânlarla birleştiğinde ülkemizin ekonomik seviyesini çok üst seviyelere taşıyacak bir faza ulaşacağını söylemek, oldukça gerçekçi bir analizdir.

Sonuç itibarıyla muhtemel ve müstakbel yeni dünya düzeni, yeni sürüm Soğuk Savaş ya da Soğuk Savaş 2.0 olarak tanımlanan, dünyayı dijitalleşme ve teknoloji üzerinden iki kutba ayıracak, ancak bir ülkenin tek başına hakimiyetine izin vermeyerek her bölgede başat bir ülkenin önderlik ettiği çoklu bir liderlik mekanizması yaratacaktır. Bu bağlamda Türkiye orta ölçekli bölgesel bir aktör olarak Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Kuzey Afrika’yı nüfuz alanı olarak tespit edecek ama -Soğuk Savaş dönemindeki tutum ve mantığını değiştirerek- tek başına bir büyük gücün yanında yer almayı asla tercih etmeyecektir.

Her ne kadar iki kutup arasında –yeni dünya düzeninde ABD ve Çin – kalan Türkiye gibi orta ölçekli güç odaklarının bu çekim dairesinde ortada kalabilmesi zor olsa da, Türkiye menfaati gereği bir kampa angaje olmamak durumundadır. Zira Türkiye ne NATO’dan ayrılmak isteyecektir, ne de İpek Yolu Projesinden vaz geçecektir. Özellikle Türkiye’nin pandemi sürecinden başarıyla çıkması, ülkemize –belki de daha önce hiç sahip olmadığı- yeni pozitif imajlar katacaktır. Pandemi öncesi ilişkiler sistemiyle pandemi sonrası kuracağı ilişkiler arasında devasa farklar olacaktır. Elbette ki önceki problem ve krizler bir anda son bulmayacaktır ve bize husumeti olan ülkeler yok olup gitmeyecektir. Ancak sağlık altyapısının sağlamlığı, dünyadaki tüm vatandaşlarına sahip çıkması, kriz sürecinde sergilediği basiret, dirayet ve insan odaklı tutumuyla farklılık yaratan Türkiye, artık önceki negatif kolektif temsil ve sembollerden sıyrılacak bir manevra alanı yakalamış durumundadır.

Yukarıda bahsettiğimiz üzere Çin’in devre dışı kalması ve AB ve ABD için bir üretim merkezi olmaktan önemli ölçüde çıkmasıyla Türkiye, tarım ve endüstride kullandığı teknoloji ve yetişmiş vasıflı işgücüyle önemli bir alternatif haline gelecektir. Emeğin görece daha ucuz olmasının yanı sıra Türkiye’nin Avrupa’yla çalışmada sahip olduğu deneyim ve ortak kültürel değerler de ön plana çıkacaktır. Gümrük Birliği’nin bir parçası olan, AB ile üyelik müzakeresi yürüten ve en büyük ticaret ortağı olarak uzun yıllar Avrupa ile çalışan Türkiye’nin sosyo-kültürel özgünlüğü bu dönemde daha da itibara alınır bir hususiyet olacaktır. Nitekim halkı Müslüman olan elli yedi ülke içerisinde laik, demokratik ve Batılı değerlerle mücehhez yegâne ülke, Türkiye’dir. Bu bakımdan İslam’la demokrasiyi kendi içinde mezcedebilmesi, rasyonel bir hukuk sistematiğine sahip olması ve serbest piyasa ekonomisini içselleştirebilmesi Avrupa için Türkiye’yi biçilmiş bir kaftan haline getirmektedir. Buna yüzyıllardır bir arada ve yan yana yaşamının tarihsel arka planı da eklendiğinde Avrupa ile birlikte çalışma kültürünün ne denli geliştiği tasavvur edilebilir.

Tüm bunlara ilaveten Türkiye’nin sahip olduğu ve –çokça dile getirilen – jeopolitik konumu, bu defa Çin’in yaratacağı boşluğu doldurma hususunda oldukça somut imkânlar sunacaktır. Öyle ki, artık tek başına bir devletin ya da birbirine karşı iki zıt kutbun hükümran olamayacağı yeni dünya düzeninde Türkiye, bölgesinde hâkim bir güç olacaktır. Bu hâkimiyet, ülkemize küresel denklemi belirlemede güçlü bir temsiliyet imkânı sunacaktır. Türkiye’nin özellikle son yıllarda kendisini lojistik bir merkez haline dönüştürecek – üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Marmaray gibi – mega projelere imza atması, ülkemizin doğu ve batı arasında ticaretin merkez üssü olma iddiasını perçinlemektedir.

Türkiye’yi bölgesinde liderliğe taşıyan parametreleri ele alırken, pandemi öncesi başlayan ve henüz nihai çözüme ulaşmamış dış politika meselelerini de irdelemek ve pandemi sonrası bu meselelerde Türkiye’nin geliştirdiği tutum ve attığı adımların nasıl bir istikamet izleyeceğini gözlemlemek de hayati önemi haizdir.

Bu süreçte Türkiye henüz kampını tam olarak seçmiş değil. Fakat iki kutup arasında kalan orta ölçekli güç odaklarının bu çekim dairesinde ortada kalabilmesi oldukça güç. Türkiye’nin ekonomi ve dış politikada geldiği nokta, kamp seçmekten ziyade fırsat kollamasını gerektiriyor. Her ne kadar NATO güvenlik mimarisi içinde olsa da, İpek Yolu Projesinden vazgeçmeye de pek niyetli değil. Çin’in AB ve ABD için bir üretim merkezi olmaktan önemli ölçüde çıktığı müddetçe Türkiye, bu üretimin merkezi haline dönüşecektir. Ayrıca tarım ve sanayide yeni durumlara göre uyum sağlayacak ve teknolojisini geliştirecektir.

Türkiye’nin jeopolitik konumu ülkeyi Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Afrika’da söz sahibi yapmaktadır. Şimdiye kadar izlediği akıllı politikalar ve krizi yönetmede gösterdiği üstün performans, Türkiye’yi önemli bir küresel aktör haline dönüştürecektir. ABD-SSCB arasında ABD yanında yer alan Türkiye ABD-Çin rekabetinde taraf tutmayacak etkin diplomasiyle her iki taraftan da yararlanacaktır. Bundan böyle dünyada tek gücün hâkimiyeti ya da iki kutupluluk yerine her bölgede hâkim büyük bir devletin etrafında öbeklenme söz konusu olacaktır. Bu bağlamda Türkiye, sözünü ettiğimiz coğrafyanın baskın gücü olacaktır.

Çin’in ana tedarikçi olduğu hâlihazır sistem hızla nihayete erecek, Çin’in boşluğunu Hindistan başta olmak üzere Güney Asya ülkeleri ve Türkiye dolduracaktır.Bunun gerçekleşmesi durumunda Türkiye GSMH on yıl içerisinde dörde ve hatta beşe katlayacaktır. Türkiye’nin başından beri krizin her safhasına hâkim olacak bir yönetim becerisi sergilemesi, altmışa yakın ülkeye yardım göndermesi ve bölgesel aktör olarak üst düzey sorumluluklar üstlenmesi yeni kurulacak düzende daha da güçlenen bir ülke imajı oluşturmaktadır.

Bölgede Suriye başta olmak üzere İran, Irak ve Libya’daki gelişmelerde Türkiye’nin müdahale gücü ve etkisi gelecek dünyayı şekillendirecektir. Libya’da Türkiye’nin desteklediği Serrac hükümeti oldukça güçlenmiş ve karşıda yer alan Hafter, üst üste büyük yenilgiler almaya başlamıştır. Libya’da sağlanacak başarı, Doğu Akdeniz’de hâkimiyet açısından çok mühimdir. Hafter’in 2015’te BM himayesinde Fas’ın Skhirat kentinde imzalanan ve Sarac’ın Trablus’ta Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni teşkilini mümkün kılan anlaşmayı reddeden ve tek taraflı olarak kendini devlet başkanı ilan etmesi ve Libya’yı bölme çabaları Rusya’dan bile destek alamamıştır. ABD, İtalya ve Fransa zorunlu olarak Türkiye’nin safına doğru hızla kaymaya başlamıştır. Türkiye’nin Libya sürecine dâhil olması ve Libya ile imzalanan anlaşmaların bölgesel denkleme katkısı sayesinde Türkiye, büyük galip olarak görülüyor.

ABD, bölgede İran’ı ciddi bir kuşatma altına almış durumda. İran, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra intikam peşinde koşmakta ve ilk askeri uydusunu uzaya fırlatmış durumda. Arı kovanına çomak sokmakla meşgul olan İran’ın en büyük düşmanı, Türkiye’dir. NATO üyesi olan ve pek çok ABD üssünü topraklarında barındıran Türkiye’yi sahip olduğu kıtalararası füzelerle vurma girişimi her an mümkün. Ayrıca mezhepçi politikalarının bir neticesi olarak Türkiye’nin bölgede her kazanımını kendisi için bir kayıp olarak görmekte. Basra Körfezinde hızlı botlarıyla ABD Deniz Kuvvetlerini tehdit eden İran, Amerikan baskısını geri çektirmeye çalışıyor. Petrol fiyatının düşmesiyle ekonomisi iyice kötüleşen molla rejimi, terör faaliyetlerini ara vermeden sürdürüyor. Türkiye’nin ABD’ye karşı korumasına, AB ile nükleer müzakeresine destek olmasına rağmen PKK’yı Suriye’de örgütleyen ve Sincar’a taşıyan terörist Kasım Süleymani idi. Afrin’de 12 askerimizi şehit eden, iki bin Suriyeliyi Doğu Guta’da öldüren, Afrin’de askerimize saldıran ve İdlib’te kurduğumuz barışı kendi terör örgütleri marifetiyle bozan hep İran oldu. Tahran’da Astana Süreci çerçevesinde yaptığımız müzakereleri canlı yayınlayarak sabote eden de İran’dan başkası değildi. Tahran’a ne zaman sahip çıksak bizi devre dışı bırakıp bize kazık atan ve terör devleti niteliğine bürünen İran’a yardımcı olmamak gerekiyor.

Türkiye’de Hazine bakanının yabancı yatırımcılar ve fon sahipleriyle toplantı yaptığı esnada İngiltere’nin finansal operasyon çekmesi, Türkiye’yi IMF’ye muhtaç etme politikası olarak görülüyor. İçeriden birtakım siyasi ve ekonomik destekçisi olan bu politikalar kazanır ve Türkiye İMF ile bir stand-by imzalarsa, ülkemizin ileriye dönük milli ve yerli bir politika oluşturma imkânı kalmayacak ve ülkemiz hızla ABD’nin bir eyaleti haline dönüşecektir. Gene İngiltere’de Türkiye’nin yardımları üzerinden spekülasyon yapılması, Türkiye’nin yükselen imajına karşı düşmanca saldırılar olarak algılanmalıdır.Suriye ve Irak’ta salgın mücadelede başarısızlığın neticesi olarak iç karışıklık, büyük göçler, uluslararası çatışmalarda yoğunluk ve bulaşıcılık olabilecektir. Daha da derinleşecek ekonomik ve sosyal çatlakların iç çatışmaları beslemesi ve rejimlerin değişmesi beklenmektedir.

Türkiye’nin zafiyetleri; ekonomik yapısal reformların uygulamaya konulamaması, kaynak yaratmadaki güçlük, dış yatırıma duyulan ihtiyaç, eğitim seviyesindeki düşüklük, göçmen sorunun çözülememiş olması, etrafı kırılgan bir coğrafyada konumlanış, sınır dışı operasyonların kalıcı bir hal alması olarak sayılabilir. Öte yandan başarı hanesine yazılması gereken parametreler ise; krizin güçlü liderlikle yönetilmesi, sağlık altyapısının sağlamlığı ve toplumsal dayanışmanın kapsayıcılığıdır.

Normatif hukuk sisteminin işlemediği, toplumsal ihtiyaçlara cevap verilemeyen ve mezhepçiliğin, aşiretçiliğin ve ayrımcılığın zayıflattığı ve sıcak çatışmaların devam ettiği bir coğrafyada olmamız, bölgenin ne denli kırılgan fay hatlarıyla malul olduğunun göstergesidir. Nitekim Cezayir ve Sudan’da hükümetler değişti. İran, Lübnan ve Irak halk hareketleriyle sarsıldı. İsrail, ABD desteğiyle bölgede terörü azdırdı. Petrol fiyatlarının düşüşü körfez ülkelerini krize soktu. BAE ve Suudi Arabistan Müslüman Kardeşler korkusuyla bölgeyi terörize etti. İran yarım asırdır kifayetsiz, ehliyetsiz, yolsuzluk ve istismar üzerine dayalı bir rejimle Lübnan ve Irak’ı yok olmaya sevk etti.

Tüm bunlara ilaveten ABD, Irak’tan sonra İran’ın devlet yapısını da çökertebilir. Petrol krizi, körfez ülkelerini Doğu Akdeniz, Lübnan ve Irak’ta durdurabilir. Rusya ve ABD arasında kurduğumuz denge Rusya lehine değişti ama Kırımı işgal eden, Ukrayna’yı bölen, Gürcistan’ı parçalayan, Ermenistan sınırımıza kendi askerini yığan, Suriye, Doğu Akdeniz, Yunanistan, Kıbrıs ve Libya’da karşımızda yer alan Rusya ile S400 ve F35 yeniden değerlendirilmelidir. Öte yandan ABD ile sadece başkan üzerinden yürütülen ilişkiler sığ kalmakta ve Türkiye’nin dış politikasını şekillendirirken diğer belirleyici Amerikan kurumlarına da nüfuz edebilmesi gereklilik arz etmektedir. Son olarak, krizin faturasını ve askeri harcamaları Almanya’ya yönlendirmeye çalışan bir ABD yönetiminin mevcudiyeti ve Çin’in hedef seçilmesinin Doğu Avrupa’yı Rusya’ya karşı yalnız bırakacak olması Türkiye’yi hem Almanya’yla ve hem de Doğu Avrupa’yla daha sıkı bir ilişkiler geliştirmeye zorlayacaktır.

Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ

Akit TV köşe yazarı