Halide Edip, 14 Mayıs’ın demokrasi bayramı ilan edilmesini istemişti
Mustafa Armağan
Türkiye’de kadın romancı denilince ilk akla gelen isim, Halide Edip Adıvar’dır. Sinekli Bakkal ve Vurun Kahpeye başta olmak üzere bazı eserleri filme de alınan Halide Edip’in Sultanahmet mitingindeki konuşması iyi bilinir ama muhalif bir politikacı tarafı da vardır ki, dilinin sertliği ve uzlaşmaz tavrı sebebiyle Mustafa Kemal Paşa ile takıştığı ve 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca eşi Adnan Adıvar ile birlikte gittiği yurt dışında sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldığı pek dillendirilmez.
Halide Edip, İstiklal Savaşı yılları ve sonrasında bulunduğu mevki dolayısıyla bazı kritik hadiselerin içyüzlerine vakıf olmuştu. 1925’te ülkeyi terk etmeseydi başına iş açılacağı muhakkak gibidir. Nitekim 1939 yılında yurda dönmüş olması bir umudun doğacağına inandığındandır.
Ne var ki 1939 yılında bu umut doğmamıştır. 10 yıl Edebiyat Fakültesi’nde İngiliz filolojisinde hocalık yaptıktan sonra ilk kez yargı teminatıyla yapılan 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili olarak TBMM’ye giren Halide Edip müthiş bir Tek Parti düşmanı olduğu ve Türkiye’yi çeyrek asır diktatörlükle yönetenlere ateş püskürdüğü bir konuşma yaptı kürsüden. Ve bu konuşmada 14 Mayıs gününün demokrasi bayramı ilan edilmesini istedi.
Bir gazeteye geçen habere göre “14 Mayıs seçimlerinde ilk defa iktidar halk iradesiyle değişmişti.” Dahası, bu fikir daha dile getirilmeden duyulmuş ve birçok milletvekili arasında büyük bir alaka ve sevgi toplamıştır. Habere bakılırsa! 14 Mayısın Türkiye tarihinde bir dönüm noktası olduğu kadar bütün Şark dünyası için de aydınlatıcı ve uyandırıcı bir tarih olduğu fikri hemen hemen umumidir.” (Son Posta, 2 Haziran 1950)
Bu tespit doğruysa CHP’nin bugün pek övündüğü, her fırsat ve her ortamda atıf yaptığı, bilhassa Cumhuriyet bayramlarında dilinden düşürmediği, hatta çerçeveletip Meclis duvarına astırdığı “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” vecizesinin 1950’ye kadar bir anlam ve hükmünün olmadığı ortadadır. Ayrıca 1924 Anayasasının 3. maddesinde kayıtlı bu sözün gereğinin 1950 yılına kadar yerine getirilmemiş olması, 26 yıl boyunca gerçekleştirilen her meclis toplantısında anayasanın ihlal edildiği gerçeğini göz önüne serecektir!
Geçmişte hangi tarihte yaşamak isterdin denilse Haziran 1950’de yaşamak isterdim diye cevap verirdim. En azından 16-17 Haziran günlerinde Ezan-ı Muhammedî’nin yeniden semalarımızda tayeran etmeye başladığı olağanüstü anları yaşamak bir ömre bedel olurdu herhalde. Bir de TBMM’de yapılan o hür ve cesur konuşmaları dinlemenin tadına doyulmazdı sanırım.
Mesela Halide Edip’in konuşması. Allah’tan Halide Onbaşı 14 Haziran tarihli Akşam gazetesinde manifesto gibi bir yazı kaleme almıştı. Okuduğunuzda göreceksiniz ki, yıl 2024 olmuş, bu sertlikte eleştirel bir yazı bulamıyoruz basında.
Öte yandan elimde Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri (1956) adlı eseri var Halide Edip’in. İlginç bir bağlantı: Kitap Rauf Orbay’a ithaf edilmiş. Acaba Cehennem Değirmeni’nde beraber öğütüldüklerini düşündüğü için mi konmuştur bu ithaf? Ardından filozof Edmund Burke’den yaptığı, toplumun sadece yaşayanlar arasındaki değil, ölmüş ve gelecekte doğacak olanlar ile yaşayanlar arasındaki bir sözleşme olduğunu vurgulayan iktibas geliyor. Bu, açıkça döneminde esmekte olan geçmişin reddi fırtınasına verilmiş ince ve usturuplu bir cevaptır.
Batı medeniyeti tarihini inceledikten sonra sözü Türklerin tarihine getiren Halide Edip sonunda Osmanlı Devleti’nin yeni bir portresini çıkarmayı dener. Mesela George Young’dan aldığı şu cümle yeterince çarpıcıdır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun geçen asra kadar hariçten görünüşü istibdada dayanmakla beraber temelleri demokrasiydi, Türk mizacı, ananesi ve terbiyesi itibariyle Latin’den ve Yunan’dan daha âdil idi.”
Ya “siyasî, iktisadî ve askeri bakımdan bir Türk-Arap İttifakı”nın her iki taraf için de “sağlam bir kuvvet membaı” olabileceği yolundaki şaşırtıcı düşüncesine ne demeli? Keza İttihad ve Terakki devrinde vakıf mekteplerinin Maarif’e devrine karşı çıkarken yaptığı eleştiriler, bence Sultanahmet Meydanı’nda çarşafıyla yaptığı konuşma kadar önemlidir. Aynı şekilde Ziya Gökalp’in o ünlü vecizesi, “Fert yok, cemiyet var. Hak yok, vazife var” sloganını eleştirisi de bu anlayışın diktatörlüğe açık bir çağrı olabileceği endişesiyle kaleme alınmıştır.
Halide Edip demokrasi yolunda bir umut olarak DP’ye yönelmiş ama Türkiye’de siyasetin insanımızı nasıl öğüttüğünü gözleriyle gördükten sonra 1954 Ocak’ında milletvekilliğinden istifa ederek üniversitedeki görevine dönmüştü. Haklı çıktı. Devam etseydi 1960 Mayısında kendisini Yassıada’da bulacağımızdan emin olabiliriz.