Abdülhamid sağ mı?
Mustafa Armağan
Yıl 1964. Brezilya’nın başkenti Rio’da “ufak ama pek şık erkek eşyası satan” bir mağazadayız. Bir Türk turist dükkânda ayakkabı denemektedir ki, burada sürpriz bir karşılaşma yaşanır. Tarih ve coğrafya birbirine çarpar adeta ve çarpışmanın tozu dumanı içerisinden Sultan Abdülhamid figürü bir iksir gibi zuhur ediverir.
Mağazadaki o Türk, iktisat profesörü Fuat Andıç’tır ki, 2001 yılında basılan Üsküdar’dan Çıktım Yola adlı hoş kitabında anlattıklarına kulak kesiliyoruz:
“Dükkâna girdik. Serin ve loş. Tezgâhın arkasında yaşlı, gözlüklü adama ayakkabıyı denemek istediğimi anlatabildim. (…)
‘Siz nece konuşuyorsunuz aranızda?’ diye sordu.
‘Vallahi’ dedim, ‘senin aklına bile gelmeyen bir lisan… Türkçe. Niye sordun?’
Dükkâncının bulanık kalın camlar arkasında saklı gözleri parlayıverdi.
“Sen Osmanlı?”
Daha bizim şaşkınlığımız geçmeden hemen benim ve hanımın ellerine sarıldı ve yine Türkçe devam etti.
“Ben Osmanlı, Ben Türk, ben Yahudi.”
Portekizceyi bıraktık. Türkçe konuşuyoruz. Daha doğrusu ben Türkçe konuşuyorum. Dükkâncı aradığı Türkçe kelimeleri bulamayınca, ya o zamanın Türkiyesinde Yahudilerin konuştuğu Ladinoca ya da Portekizce kelimeler kullanarak anlattı hayat hikâyesini.
Sakız adasındanmış, Birinci Dünya Savaşı başlamadan birkaç ay evvel on dört on beş yaşlarındayken evden kaçıp taşı toprağı altın dedikleri Amerika’ya gidip hayatını orada kazanmayı kafasına koymuş. Evvelâ İtalya’ya, sonra da İspanya’ya ve Portekiz’e geçmiş.(…)”
Rio’daki ihtiyar Portekiz’den Brezilya’ya geliş ve dükkânı açış, orada evlenip çoluk çocuğa karışma hikâyesini uzun uzun ve heyecanla anlatır Andıç çiftine.
İhtiyar dur durak bilmeden anlatmaktadır. Yarı Türkçe, yarı Ladinoca (Avrupalı Yahudilerin kullandığı dillerden biri), yarı Portekizce. ‘Dediklerini bazan anlıyoruz, bazan anlamıyoruz’ der Fuat Andıç ve şunları ekler:
“Adam o kadar heyecanlı, âdetâ gözleri yaşlı ve iki Türk, iki vatandaşını görmekten o kadar memnun ki, sözünü kesip anlamasak da ‘ne dedin?’ diyemiyoruz.”
Sahnenin bundan sonrası daha ilginçtir. Şu satırları okuruz kitapta:
“Birden durdu. Gözlerini bana dikerek ‘Abdülhamit sağ mı?’ diye sordu. ‘Yok,’ dedim, ‘o sen Sakız’dan çıktıktan üç sene sonra rahmetli oldu.’ Yüzüne bir hüzün çöktü; nerede ise ağlayacak. ‘Ah,’ dedi, ‘ah ne grande (büyük) sultan!’” (Fuat Andıç, Üsküdar’dan Çıktım Yola: Hatıralar, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 86-87.)
Kitaptan yukarıdaki satırları aktarırken niyetim, bir Osmanlı padişahı olarak Sultan Abdülhamid’in varlığının Siyonist olmayan bir Osmanlı Yahudisinin dünyasında dahi ne denli kalıcı ve büyük (grande) bir etki bıraktığına, ölümünden nice yıllar geçtikten sonra dahi sanki baştaymış gibi hatırlandığına ufak bir misal bırakmaktı.
Benzer bir hatırayı bir dostumdan da dinlemiştim.
Hadise bu defa Arnavutluk’ta geçmektedir ve yıllardan 1977-79’dur. Arnavutluk’un Enver Hoca, yani komünizm dönemi.
Solun Enver Hoca’ya yakın fraksiyonlarına mensup bir Türk senarist Arnavutluk’a davet edilir. Kendilerine bir araba tahsis edilir. Şehirde gezerken bir Osmanlı çeşmesine denk gelirler. İnip su içmek istediklerinde çeşme başında toplanmış Arnavut kadınlar kendilerine “Türk müsünüz?” diye sorar. “Evet”, cevabını alınca “Biraz bekler misiniz? Bir dedemiz var, o Türkleri çok sever, kendisine haber verelim” derler.
Derken boylu poslu bir ihtiyar Arnavut belirir karşılarında. Senaristlerin Türkiye’den geldiğini öğrenince hasretle kucaklar onları, gözyaşlarını tutamaz. Ardından solcularımızı şaşkına çeviren şu soruyu yöneltir (1970’li yılların sonunda olduğumuzu hatırlatalım):
“Padişahımız efendimiz nasıllar?”
Sonrasında da Türkleri yeniden görmeyi nasip ettiği için iki rekât şükür namazı kılar. Tabii solcularımızın nasıl büyük bir şaşkınlık geçirdiğini tarif etmemize gerek yok.
Biri 1960’ların ortalarında Brezilya’da, diğeri 1970’lerin sonlarında Arnavutluk’ta cereyan eden bu iki çarpıcı hadise Osmanlı’nın zannedildiği gibi bir gecede bitmediğini, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince bitenin bir rejim olduğunu ama Osmanlı fenomeninin hafızalarda uzun yıllar sonra dahi diriliğini muhafaza ettiğini gösterir.
Tıpkı Afrika ve Uzakdoğu’da Osmanlıdan yıllar sonra hutbede Sultan Abdülhamid’in isminin Halife olarak zikredilmesinde olduğu gibi gök kubbede çınlamaya devam etmişti Osmanlı’nın şanlı nâmı. Ahmed Midhat Efendi ne güzel formüle etmişti bu fikri:
“Âh ey uluvv-i şân-ı Osmanî! İşte sen cihân cihân olalı bir misli daha hiçbir yerde, hiçbir zamanda görülmemiş olan bir mânâ-yı mukaddessin. Bir emr-i celîl-i mübareksin!”