Bir Atsız, iki Abdülhamid (5)
Mustafa Armağan
Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilinir mi? Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu’nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas’ta İsmail Safa’nın ölmesi Sultan Hamid’in kabahati midir? Verem olan İsmail Safa, İstanbul’da kalsaydı ölmeyecek miydi? Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur?
“Bu dünyada herkes birçok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın.”1 Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul ve hattâ lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattat ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesinin temelini teşkil etmektedir. Bayazıd Umumî Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti.
Onun kaatil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır.
(Peyami Safa’nın babası) İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından, haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat, geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi. Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur? O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?
Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu. Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter:
Hürriyet kahramanları(!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya’ya davetini; Selanik’ten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddederek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.
Türkiye, dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da... Ne diyelim? Durağı cennet olsun...”
Biz de bu duaya amin diyelim ve Atsız’ın 1947 tarihli “Büyük adam” başlıklı yazısındaki notla yazımızı noktalayalım:
Değersiz Gedik Ahmed, haksız yere böyle şişirildiği gibi, II. Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş, müstebit, zalim, hattâ hâin gibi gösterilmiştir. Bu da İttihatçıların propagandası sonucudur. Hâlbuki son zamanlarda yapılan bazı ciddi ve ilmî yayınlar, Sultan Abdülhamid, lehinedir. Henüz şahsiyetinin değerini tam manâsı ile bize bildirecek bir kitap yazılmamış olmakla beraber, şimdiden şu gerçeği kabul edebiliriz ki, İttihatçıların idare edemeyerek dokuz on yılda mahvettikleri imparatorluğu 33 yıl dağıtmadan tutabilmiş olmakla, Abdülhamid büyük bir iktidar sahibi olduğunu göstermiş ve aleyhindeki yayınların haksız olduğunu ispat etmiştir. Hele kanlı oyunlara asla girmemesi de, kıyıcı olduğu hakkındaki iddiaları çürütecek bir delildir. Bundan başka, mevkiinin sorumluluğunu iyi kavramış bir kimse idi. İstanbul’a yürüyen ve içinde düzenli kuvvetlerden çok Rumeli’nin türlü soylara mensup başıbozuk döküntüleri bulunan Hareket Ordusunu dağıtmak, Abdülhamid’in elinde idi. Fakat saltanatını korumak için bile olsa, buna yanaşmadı. Paşaları, çok kuvvetli muhafız kıtalarını Hareket Ordusu üzerine yürütmek için izin istemişler, fakat o, halife olmak dolayısıyla Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyleyerek bunu reddetmişti.” (Özleyiş, Sayı 6, Mart 1947’den Türk Ülküsü, Ötüken: 2011, s. 59-60.)
Sonuç
Bu yazı dizisinde maksadım, bir yandan aynı kalemden çıkan iki metnin çeyrek asırlık yolculuğu sırasında yaşadığı değişiklikleri yansıtırken, diğer yandan Sultan Abdülhamid hakkında konuşmanın 1942 ile 1966 yılları arasında nasıl bir değişim geçirdiğini nazar-ı dikkatinize arz etmekti. Türkçü ideolojinin Cumhuriyet devrindeki en keskin kalemi Atsız’ın Tek Parti zulmü altında biraz sakınarak da olsa sazın tellerine vuran cesur parmakları, aradaki 27 Mayıs darbesine rağmen demokratik düzende açılmış ve bir zamanlar hakkında konuşmanın cesaret istediği Sultan Abdülhamid’in yarım asırdır üzeri örtülen hizmetlerini sağır sultana duyururcasına haykırmayı bilmiştir. Benim yaptığım her iki metni peş peşe vermek suretiyle Sultan Abdülhamid’i yalnız İslamcı/Müslüman aydınların değil, Türkçülerin de en baştan beri savundukları tezimi ispatlamaktan ibarettir vesselam.
1 Bu güzel söz, Sultan Hamid’in küçük oğlu Mehmed Âbid Efendi’ye aittir. Âbid Efendi 17 Eylül 1905’te İstanbul’da doğup 8 Aralık 1973’te Beyrut’ta ölmüş, Şam’da Selimiye (Camii) haziresine gömülmüştür.