BIST9.915,62%2,05
USD32.509%-0.09
EURO34,7760%-0.56
ALTIN2.438,67%0.10

Siyasal tehditler ne zaman işler, nasıl boşa çıkarılır?

Kenan Alpay

Abone OlGoogle News
19 Ekim 2021 08:55

Türkiye’de siyasetin tansiyonu hiç düşmez ve mütemadiyen devam eden bu durum şaşırtıcı da değildir. Bilakis siyaset bu gerilim ve çatışmalardan beslenip taban tutar; bazen gelişir bu vesileyle ama çoğu zaman kendini tekrar eder veya geriye düşer. En son mevzu “bürokrasiyi tehdit” etme meselesinde kendisini gösterdi. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun18 Ekim’i işaret ederek ve doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan hedef alarak bürokrasiye dönerek seslendirdiği “paralel sistemden elinizi eteğiniz çekin” çağrısı “iktidarın değişmesine az kaldı, hepinizden hesap soracağız” bağlamında izah edildi.

Muhalefet partisi Hükümeti veya bürokrasiyi tehdit edebilir mi? Soruyu biraz daha yumuşatıp soralım: Bu söylem bir tehdit dili midir ve etkisi olur mu? Meselenin hukuki mevzuatı karışık olabilir ama siyasal ve toplumsal açıdan bu söylem ve siyasetin nereye tekabül ettiği daha kolay tartışılabilir sanırım. Bu sebeple CHP liderine yönelik suç duyurusunda bulunma, dava açma ve meseleyi mahkemelere taşıyarak çözme yönünde adımlar atılmasını doğru ve faydalı görmüyorum. Çünkü bürokrasiyi işlemez hale getirecek denli tehditkâr içeriğe sahip mezkûr iddia ve ithamlar her şeyden önce siyasetin ve toplumun meselesidir. Hükümet toplumu ikna edebilecek söylem ve eylemlere sahip olduğu, gayrı-meşru girişimlere geçit vermeyecek kadar güçlü ve örgütlü olduğu müddetçe bu tehditlerin sadece sahiplerini komik ve rezil duruma düşüreceği aşikârdır.

Kemalist ideoloji, kadro ve örgütlerin genlerinde komitacılıktan ihtilalciliğe, kanlı provokasyonlardan muhtıracılığa uzanan her türlü rezil sabıkanın bulunduğunu asla unutmaksızın ifade ediyoruz bu cümleleri. Eğer bürokraside özellikle de ordu, yüksek yargı, emniyet, istihbarat, medya ve akademide eski örgütlü gücünü muhafaza edebiliyor olsaydı Kemalist parti ve örgütlerin tehditkâr söylemlerinin bir karşılığı olabilirdi. Lakin bunun aksine kadroları büyük oranda tasfiye olmuş, ilişki ağları deşifre olmuş ve bu türden girişimlerin toplumsal zemini çürüyüp gitmiş durumda. 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a uzanan özlem ve tutkuları yüksek, öfke ve nefret duyguları ne düzeyde keskin olursa olsun ancak diskur çekip korku salmaktan, kargaşa yaratıp fırsat kollamaktan ileri geçebilecek bir durumdan ibaret her şeyleri.

Peki, Hükümetin ne yapması gerekiyor? Elbette tehditkâr söylemi deşifre etmesi, siyaset ve bürokrasinin meşru haklarını korumak üzere kararlılık bildirip sağlam durması gerekir. Ancak bu yeterli olur mu? Olmaz veya olmuyor diyeceğiz. Çünkü manzara hem siyaset ve bürokrasinin tatmin edici bir tutum takınmadığını hem de toplumun daha şeffaf, muhasebe ve denetime tam manasıyla açık bir işleyişi beklediğine dair işaretlerle dolu. Devletin bütün imkanlarını elinde tutan, medyada neredeyse aykırı ama güçlü bir muhalefetin bile bulunmadığı bir Türkiye’de muhalefetin tehditkar söylemleri veya provokasyon girişimleri neden böylesi bir telaş havası oluşturuyor? Kanaatimizce uzun bir zamandır AK Parti’nin muhafazakâr demokrasi söyleminin yerine ikame edilen abartılı “beka siyaseti” toplumun geniş kesimleriyle olan sağlam bağları zedeledi, yıprattı ve kimi eleştiri ve itirazlara sebep oldu. Başkanlık sistemine yapılan çoğu temenniden ibaret ama temelsiz söylemlerin parlamenter sisteme düşmanlık gibi bir sapmaya evrilmesiyle ortaya çıkan işleyişin bazen belirsizliklerle bazen de izah edilemeyen keyfiliklerle malul olması kitlelerde yaşanan tereddüt ve soğumaları derinleştirdi. Başkanlık sistemini büyüyen ekonomi, artan refah ve gelişen özgürlüklerle eşitleyen söylemin sokaktaki karşılığı hiç de muteber gözükmüyor.

Bir taraftan kimi vakıflar için seferber edilen devlet imkânlarını savunmak diğer taraftan mülakat sistemiyle büyüyen mağdurların öfkesini teskin edebilmek haliyle kolay olmuyor. Oysa Hükümet referandum öncesi vaad ettiği gibi daha güçlü, daha müreffeh ve temel hakları en üst düzeyde teminat altına alınmış bir Türkiye tablosunu hayata geçirebilseydi gündeme gelen tehditkâr söylemler ancak gülmece veya ayıplama konusu olarak kalırdı, daha ileriye geçemezdi. Her itirazı tehdit sayıp suç duyurusu konusu yapmak siyaseti zaaflı kılıyor. Yolsuzluk veya usulsüzlük iddia ve ithamlarını günü gününe kamuoyu önünde belgeleriyle birlikte tartışmaya açmak tehditkâr söylem sahiplerini de “yalancı çoban” pozisyona düşürür. Ancak iddia ve ithamlara verilen yeterli, yetersiz cevaplar “yalancı çoban” pozisyonu değil de Hükümete duyulan güveni zayıflatıyorsa işte orada durup güçlü bir muhasebeye girişmenin zarureti kendini gösterir.

Uzun yıllar hükümet etmenin yıpratıcı payını unutamayız. Uluslararası düzeyde Azerbaycan’dan Libya’ya uzanan yakın tehditlerin tasfiye edilmesi yolunda sarf edilen çabaları görmezden gelemeyiz. Altyapı ve silah sanayiinde kat edilen yüksek gelişmeleri görmezden gelemeyiz. Lakin bütün bu olumlu, onur verici kazanımlar yaşanan diğer sorunları ne mazur gösterebiliyor ne de yaşanan kayıpları telafi edebiliyor. Porsiyon küçültme tartışmalarını nasıl incitici bir hal aldığını, mülakat sisteminin geleceğe yönelik ümitleri nasıl bastırıp ezdiğini, devletin vergi sistemi ve ihale kanunuyla toplumsal sınıflar arasında makası giderek ve telafi edilemeyecek şekilde açtığını inkâr etmek işe yaramadığı gibi büyük zararlar oluşturuyor. Asıl tehdit muhalefetin tehditkâr söyleminden değil içeride gittikçe daha fazla yaşanan bu tür zaaf, sapma ve kibirden neşet ediyor.

İşte bunlardan mütevellit olarak tehdit siyasetini meslek edinen muhalefet saflarına dönüp, “adın Mülayim, sert olsan ne olur?” denilemiyor herhalde!

Kenan Alpay

Akit TV köşe yazarı