BIST9.476,84 %-0.39
USD38.8023%-0,09
EURO43,9975 %0.35
ALTIN4.127,38 %0.45

Bal tutan parmak yalamak zorunda mıdır?

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
30 Haziran 2021 09:04

Millet olarak konuşurken – yazarken deyim / atasözü kullanmayı ve fıkra anlatmayı çok severiz. Hatta bazen öyle durumlar oluyor ki; bunları sığınılacak bir liman olarak görüyor, doğrudan anlatmak istemediklerimizi bunlarla kamufle ediyoruz. Bir nevi, çalmadan önce minarenin kılıfını uydurmuş oluyoruz. Bu, bazen geçerli bir metot olsa da bazen de art niyetli bir tutum haline geliyor, işin bahanesi / tuzu – biberi oluyor.

Bakmakla görmek arasındaki fark ne ise olumsuzluğa kılıf takmak ve onu mubah / meşru saymaya çalışmak da odur. Diğer bir ifadeyle; deyim – atasözü ve fıkraların arkasına saklanarak film fırıldak çevirmek, işin arkasından dolanmak gibidir. Hani ayık adama söyletemediklerinizi sarhoşken söyletmek var ya, işte bu işin diğer bir versiyonudur.

Öğrencilik yıllarımızda çalışkan ama yaramaz olan öğrencilere katlanılır, hem tembel olup ve hem de haylaz olanlara da gereken ceza verilirdi. Şimdi bu mantıkla hareket ederek, mevki – makam – koltuk – temsil yeri ne olursa olsun başarılı olup buna rağmen her türlü çirkefliğin içerisinde olan, adam – kayıran / kollayan, hırsızlık yapan, devlet malını deniz olarak görüp yemeyene domuz diyecek kadar iş (!) öğreten, nepotistlere taş çıkartacak derecede alanında (!) doktora yapan ve bilhassa bunu da kendine hak gören bir kesim vardır. İşte bunlar da sanki arıcıymış gibi “bal tutan parmağını yalar!” mantığıyla hareket etmekte ve pişkin kelle gibi durumlarını sıradanlaştırmaktadırlar. Nasıl olur da hakkınız olmayan bir şeyi kendinize “layık” olarak görür - almakta da bir beis görmez, çirkefleşecek derecede böyle şeylere tenezzül edersiniz. Bir insan bu kadar mı alçalır?!..

Bu dünyadaki tüm canlıları yaratarak “insan” denilen eşref – i mahlûkatın istifadesine sunan Rabbimiz, kullarının rızkına kefil ve “ölüm” demek rızkın ortadan kalkması demekken; niye birbirimizi yercesine bu kadar mücadele ediyor ve daha çok kazanma hırsıyla aşınmadık kapı bırakmıyor, helal lokmalarımıza haram karıştırıyoruz. Son bir buçuk yıldır korona virüs yüzünden yaşadığımız / çekmediğimiz acı ıstırap bile bizi hizaya çekmemişe, akıllamamışa benziyor. Akıllanmak için daha hangi musibetle karşılaşacağız, çektiklerimiz ders almak için yeterli olmuyor mu?!...

Bir toplum azmadıkça Allah ona musibet vermez. Kendi elinle kendini bozmadığın ve fabrika ayarlarınla oynamadığın sürece, başkası gelip de seni bozmaz. Bu, “herkes evinin önünü süpürse şehir temiz olur!” mantığından başka bir şey değildir. Ancak biz bu gerçeği yapmak yerine tam tersini yapıyor, bizim evlerimizin önü kirden / çamurdan / pislikten geçilmezken - deve kendi kamburunu görmez, başkasının kamburunu görür misali - başkasının evinin önündekilerle ilgileniyoruz. Bu durumlardan şikâyet ettikçe, bunların düzelmesi yerine her geçen gün daha da artması, bir şeylerin yoluna girmeyeceğini / düzelmeyeceğini gösteriyor. Kuran – ı Kerim’de yer alan kavimlerin helâklarıyla ilgili kıssalar; laf olsun diye değil, ibret alınsın diye gönderildi, anlatıldı ve insanoğlu bunlarla uyarılmaya çalışıldı. Düzelme var mı?, el cevap; YOK!...

Birey ve toplumların aynası / temsilcisi olan seçilmiş ve atanmışlarda da durum pek farklı değildir. Devlet kurumlarında en vasıfsız diye bakılan kapıcı – hademe gibi personellerin bile yaptıklarına baktığınız zaman “ne hâle geldik?” diye düşünmemek elde mi? Bir toplum bu kadar mı bozulur. Buna kabaca “imam böyle yaparsa, cemaat ne yapmaz!” mantığı da diyorlar. Kimse kusura bakmasın, herkes görevinin karşılığı olarak belirlenen ücrete çalışmak zorundadır. Eğer ki bunu beğenmeyip hakkınıza razı gelmiyor ve farklı yollara başvuruyorsanız, oradan elde edilecek ek gelirler; hem yasak, hem haram ve hem de ayıptır. “Devlete bir anahtar uydurayım da gerisi gelir!” mantığı, doğru bir yol ve mantık değildir.

Devlet de sadece “atanmışlar” (memurlar) görev yapmıyor. Bir de seçilmişler var, bunlarda da durum aynıdır: Milyon TL masraflar yapıp, vekil ya da başkan oluyor ve sonrasında da kısa sürede köşe olmanın hesaplarını yapıyorsanız; sizin de o kapıcı ve hademeden bir farkınız olmaz. Bu durum, şu anda iktidar olan ve sürekli olarak rahatsız olduğumuz şikayetleri kulağımıza gelen AK Parti için de geçerlidir. “Yiyor, çalıyor ama yapıyor!” gibi nahoş sözler, ancak mide bulandırır, yapana da – söyletene de bir şey kazandırmaz, tam tersi kaybettirir. Ne demek; “yiyor – çalıyor ama yapıyor”. Yapmak senin görevin, yemek – çalmak da neyin nesi?!.. Böyle bir hakkınız da – yetkiniz de yok!... Bir de kimin hakkını yiyip, kimin hakkını çalıyorsunuz, bunun hesabını er ya da geç bir gün adama sorarlar. Hele hele bir davaya inanıp onun peşinden insanları sürüklüyor, sonrasında da pişmanlığa sebep oluyor ve “ellerim kırılsaydı da bunlara oy vermeseydim!” cinsinden lafları söyletiyorsanız, bu işin; hem bu dünyadaki vebalini ve hem de ahiretteki hesabının sorulacağını unutmayın. Umuyoruz ki, bunlar söylenti ve bal da tutan parmağını yalamamış olsun!...

Bizi; inancımız – dünya görüşümüz – ideolojimiz ya da davamız aynı olsun ya da olmasın tüm insanlık ilgilendirir, ilgilendirmek zorundadır. Farklı parti, görüş, cemaat, tarikat, STK ve adı ne olursa olsun, herkes; aynı çatı altında olduğu devleti – milleti ve halkını düşünerek hareket etmek, onların hakkını - hayrını ve geleceğini düşünmek zorundadır. Aksi takdirde ortaya çıkacak durum; “Aslında yok birbirimizden farkımız!” algısı oluşturur. O zaman da yazımızın başlığında da vurguladığımız gibi atasözlerine sığınıp “aslında yok birbirinizden farkınız” - “şıracının şahidi bozacı” deriz, o zaman da darılmaca – gücenmece yok, kimse de kusura bakmasın!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı