BIST9.712,81%0,70
USD32.5452%-0.03
EURO34,8325%-0.09
ALTIN2.429,90%-0.01

Makamlar “babanızın malı” değildir

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
11 Haziran 2021 09:00

İnsanlar; eğitim – beklenti – nasip / kısmet / malî durumları el verdikçe “geçim kaynakları” nı da buna göre seçip belirler. Kimi eğitim durumları ve girdikleri sınavlar neticesinde atanıp memur olurken, kimi konum / malî – çevre durumları itibariyle seçilip belli yere gelir ve kimileri de bunların her ikisinden olmayıp çiftçi, usta, serbest meslek sahibi olarak da geçimlerini (eskilerin deyimiyle nafakalarını) kazanmaya ve hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar.

Yunus Emre’nin “Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan, mülk de yalan, Var sen de biraz oyalan!” dediği şu üç beş günlük ya da “dün geçti, bugün erken, yarın çok uzak” diye kısıtlamaya çalıştığımız şu “yalancı dünya” da oyalanmayı kalıcı bir heves zannediyor ve bazen kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki; sanki dünyaya kazık çakacağız!... Ne yazık ki bazıları öyle zannediyor.

İnsanı yaratan ALLAH, onu öyle güzel hasletlerle donattı ki, halen bunun esrarı (gizemi) çözülmeye çalışılıyor. Bütün bunlara rağmen, o; Kendini bozmak, fabrika ayarlarıyla uğraşmak için elinden geleni yapıyor, hatta Yüce Kitabımızın deyimiyle de “Belhüm Adal” (hayvandan da aşağı bir yaratık) olmak için var gücüyle çalışıyor. Bunu da bir meziyet zannediyor. Adına “ömür” denilen ama aslında üç beş günden fazla sürmeyen dünyanın daha büyüğü, hesaba çekileceği adına da “AHİRET” denilen esas hayatta onu ne tür sürprizlerin beklediğini bilmiyor.

Bu dünyadaki mevki – makam – koltuk - temsil yeri - güç adına ne derseniz deyin, “memur” ya da “seçilmişlik” adına herkes bir şekilde bir yerleri işgal ediyor. Zamanı geldiğinde de ya istifa, ya emeklilik, ya görevden alma ya da ölüm denilen gerçeklikle tanışarak terk – i diyar eyliyor, yani oralar ona kalmıyor!...

Görevleri (işgâliyet süreleri) adına memur ve atanmışlardan bir bahsedelim;

Öyle bir memleket düşünün ki, eğitimdeki tüm derdi “memur olmak” olsun. “Eğitim” in, “geçim kaynağı” olarak görüldüğü bir ülkede ne eğitimden ve ne de memurluktan bir hayır gelmez. Zaten öyle de olmuyor mu;

İlk – orta – lise ve her bir köşede “mantar” gibi türeyip açılan üniversitelerde görülen eğitimlerden (pardon alınan diplomalardan) sonra açılan KPSS’ler de (Kamu Personeli Seçme Sınavlarında) istenilen puanlar alındıktan sonra ilgili kurumlarda yapılan sözlü mülakat ve bulunan dayılarla / “hamili kart yakınımdır!” akrabalarıyla birlikte binbir dereden su içirtilerek “memur” olursunuz. KPSS dışında da bazı kurumlara “sözleşmeli” olarak da memur olabilirsiniz. Bu süreçte o kadar çok zahmet çekersiniz ki; Evlilik, daire (ev) – araba alma hayâlleri – tatil planları kısacası “gelecek” adına her şeyinizi memur olmaya endeksler ve göreve başlar başlamaz da bir “off” çekip rahatlamış hissedersiniz, sanki savaş cephesinden çıkmış gibi!...

“Devlet Kapısı” nı, halka – millete hizmet etme kapısı olarak görmeyip kendisi için “geçim kapısı” ve gelecek adına “garantilenmiş hayat” olarak gören ve binbir takla atlayıp memur olanlar (“istisnalar kaideyi bozmaz!” misâli); göreve geldikten sonra kraldan çok kralcı gibi davranmaya, halka eziyet ve ıstırap çektirmeye, “bugün git, yarın gel!” teranesini öttürmeye, vatandaşa jakobenist (küçümseyici) bir yaklaşımla üst perdeden bakılmaya başlanılıyor ve devlet kapısı vatandaş için “çile kapısı” haline geliyor. Bu, sadece sıradan vatandaşa karşı değil “devlet” e işi düşen esnaf – işadamı vs konumu ne olursa olsun, diş gösteremeyen / etkili – yetkili bir adamını bulamayan herkese karşı aynı şekilde yapılıyor.

Son bir yıldan fazla bir zamandır yaşadığımız pandemi süreciyle birlikte, bu öyle bir hâl aldı ki devlet dairelerindeki kralcıların sayısı değil, kralların sayısı daha çok artmış durumda!... “Anlayış” – “sabır” ve “geçirilen süreç” e karşı gösterilen tahammül de bir yere kadar. Vatandaşın sinirleri o kadar gerginleşti ve öyle bir hâl aldı ki, herkes bir patlama noktasına geldi. Bu süreci memur – vatandaş ilişkileri içerisinde karşılıklı anlayış içerisinde ve özverili davranarak yapmadığınız / göstermediğiniz sürece, gidişat pek de hayra alamet değildir. “Vatandaş, her zaman haklıdır!” anlayışı her zaman geçerli olmasa da karşınıza gelenlere bu gözle bakmanız / yol göstermeniz / yardımcı olmanız gerekir. Aksi bir durumda işgal ettiğiniz o koltuklar “babanızın malı” değildir.

Memurların (atanmışların) dışında bir de seçilmişlerin durumu vardır. Bir de onlara bakalım;

Kariyer – karizma gibi kişisel donanımların dışında malî durumlarıyla birlikte “seçim” yoluyla muhtar, il genel ve belediye meclis üyeleri, belediye başkanı, milletvekili, cumhurbaşkanı gibi belli görevlere gelmek isteyenler var. Bu, kişisel bir tercih ve seçilebilme kapasitesiyle alakalıdır. Bir hayâlle yola çıkar, sonucunda ya istediğinize kavuşur ya da hayâl kırıklığına uğramış olursunuz. Seçim sürecinde değil de daha çok seçildikten sonra bu makamlara gelenlerin davranışlarına, vatandaşlarla ya da kamuyla olan ilişkilerine baktığımız zaman karşınıza çok da farklı bir profilin çıkmış olduğunu, sanki şişeden cin çıktığını görürsünüz. Bir insan, bu kadar mı değişir ya da iç yüzünü seçildikten sonra mı ortaya koyar, bunu da anlayabilmiş değilim!...

2019 yerel genel seçimlerinden sonra yaptıkları ittifaklar yüzünden “eleştiri” konusu edilen ve büyükşehirlere / ilçelere belediye başkanı seçilenlerin farklı ortamlarda vatandaşlarla girdiği polemiklere (hatta tehdit ve hakaretlere), partilerin genel başkanları ile üst düzey yöneticilerinin halkı azarlamalarına, trafikte seyir halinde iken araç konvoylarıyla sebep oldukları geçiş üstünlükleri (!) ile karmaşalarına, kendilerinden medet uman seçmen / üye ya da vatandaşların kapıları yüzlerine çarpmalarına ve buna benzer sayısız gayri insanî davranışlara baktığınız zaman, inanınız ki insanın, insanlığından utanası geliyor.

Sizleri oraya getiren insanlar, bir sonraki kulvarda (seçimde) sizleri oradan indirmesini de bilir, zaten bu da çok yakındır!... Vatandaşların oylarını alıp seçilerek bir yerlere gelenler, kazanma sürelerini bir asır gibi zannediyorlar. Halbuki, “seçim” yoluyla vatandaşın oyunu alıp 4 – 5 yıl gibi kısa bir süreyle göreve gelenler; hizmet aşkıyla yanıp tutuşsa, vatandaşa / kamuya “kendindenmiş” gibi davransa ikinci ve sonraki dönemlerini de garanti etmiş ve baş tacı edilmiş olurlar. Bunun tersini yapanlar da tarih arşivinde kalmış olur. Siyaset tarihçemiz, bunlarla ilgili örneklerle doludur.

Kimse kusura bakmasın ki, bu ülkede; Atanmış da, seçilmiş de olsanız bile halka hizmet etmediğiniz sürece mevki, makam ve koltuklarınız hem kalıcı ve hem de “babanızın malı” değildir!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı