BIST11.311,31%0.69
USD42.695%0,22
EURO50,1592 %0.15
ALTIN5.902,25 %0.77

TARIM VE HAYVANCILIK CENNETİ MİYİZ?

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
30 Haziran 2024 10:47

Çocukluğumuzdan beri bizlere öğretilen ve ülkemizin son yetmiş yılını kapsayan sürecinde dünyada “kendi kendini besleyen ülkeler arasında yedinci” olarak lanse edilmesi ve bu ninniyle yıllardır uyutulmamızın farkına koronavirüs sürecinde varmıştık. Biraz geç oldu ama tam oldu!...
Hatırlayın bundan dört yıl kadar önce koronavirüs sürecindeki “kapanma” döneminde meyve ve sebzelere erişemiyor, satın alamıyor ve bunun üzerinden başta soğan - patates olmak üzere yaygaralar kopartılıyordu. Direkt olarak üreticiden ya da sebze – meyve hallerinden alınan başta soğan ve patates ikilisi olmak üzere meyve ve sebzeler kamyon / kamyonet kasalarına doldurularak eski usul işportacı mantığıyla halkımıza ulaştırılmaya çalışılıyordu. Bu tablo ve oluşturulan nahoş durum, gündelik sığ politikalara malzeme olmuş ve bunun üzerinden de yüksek perdeden falsolu salvolara şahit olmuştuk, çok büyük bir zaman da değildi bu!...
Bilhassa İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde yaşamanın kendine has kuralları, zorluğu ve bir de maliyeti vardır. Büyükşehirlere baktığımız zaman bir taraftan dışı birilerini yaksa da diğer bir taraftan da içi ne yazık ki birilerini içten içe yakmaktadır. “Anadolu” dediğimiz geniş bir coğrafya da ne yazık ki büyükşehirlerle aynı kaderi paylaşmaya başladı.
Hayat şartları, yaşamanın zorluğu, yüksek enflasyon, dizi film ve sosyal medyanın olumsuz etkileri, korona virüsün sebep olduğu rehavet ve tembellik, az çalışıp çok kazanma sıkıntısı ve buna benzer ne kadar etken varsa hemen hemen hepsi Anadolu’yu ve onun güzide şehirlerini yaşanamaz hale getirdi. Anadolu’nun birçok şehrinde yazın şu uzun günlerinde bile hayat neredeyse akşam saatlerinde bitme noktasına geliyor, herkes kendi kabuğuna çekiliyor. İstanbul gibi büyükşehirlerde öyle mi; Günün 24 saati ve haftanın 7 yedi gününde bile sürekli bir hareket ve koşuşturma var. Buna alışkın olanlar Anadolu’nun herhangi bir iline gittiği zaman sudan çıkmış balığın durumuna düşüyor ve geri geri tekrar geldiği şehre dönmek istiyor.
Eskiden şehir nüfusu az köy nüfusu fazlayken şimdi tam tersi oldu. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylerdeki nüfus toplam nüfus oranıyla kıyas yaptığınız zaman % 7 ‘lere kadar düştü ve şehir nüfusunun % 95’lere kadar çıktığı yerlerde yaşanılmaya başlanıldı. Bu da beraberinde; meyve ve sebze üretimi, hayvancılık ve buna bağlı ürünlerin üretimi alanlarında ciddi sıkıntıların doğmasına ve bu ürünleri yüksek maliyetli satın almamıza sebep oldu. Üretimin olmadığı bir yerde aşırı tüketim de varsa bu da beraberinde satın alma pahalılığını ve anlamsız ithalat gibi bir dizi sorunu getirecektir, getirmiştir.
Eskiden klasik yöntem ve babadan kalma usullerle olsa bile tarım ve hayvancılıktan elde edilen ürünlerin bir tadı / tuzu ve ucuz elde etmenin rahatlığı – huzuru vardı. Artık bu, tarih oldu ve nostalji sahneleri arasındaki yerini aldı. Bu durum, o kadar çok üzüntü verici ki, topraktan uzaklaşmanın aslında daha çok toprağa yaklaşmak demek olduğunu bir türlü anlayamadık, anlamak istemedik.
Sosyal medyanın olumsuz etkileri, “rol model” diye kabul edilen insanların yaşam tarzı ve buna benzer nedenlerden dolayı Z kuşağı diye tabir edilen dönemin nesli; artık oturduğu yerden para kazanmanın, lüks – şatafat ve debdebe içerisinde yaşamanın yollarını arıyor, zevkli ama zahmetli olsa da tarım ve hayvancılıkla uğraşmak – geriye göçle ilgilenmek şöyle dursun bunları aklının ucundan bile geçirtmek istemiyor. Artık bu olumsuz durumu ortadan kaldırmak, buna çok acil ve hayati önem taşıyan radikal tedbirler almak gerekiyor.
“Ne yapalım durum bunu gerektiriyor!”, hele hele “elimizden bir şey gelmiyor, bürokrasi hazretleri izin vermiyor!” bahanesinin arkasına saklanmak; kelimenin tam anlamıyla bu vatana ve bu bereketli topraklara yapılacak en büyük ihanettir. Öyleyse yıllardır bizlere öğretilen ama fos çıktığını öğrendiğimiz ülkemizin; “tarım ve hayvancılık cenneti”, “dünyada kendi kendini besleyen yedi ülkeden biri” olduğuna inanabilmek için çok acil bir şekilde şu tedbirleri almakta fayda vardır:
1 – Çekirdek aile yapısını “aile” den saymayan bir sosyolojik anlayışımız vardı. Bunun için de Anadolu coğrafyasında yaşayan aileler; çok kalabalık ve bir o kadar da birbirlerine bağlı – tutkun bir şekilde yaşarlardı. Geniş olan arazilerde yapılan tarım ile yayla ve otlaklarda yapılan hayvancılığın işçilik maliyet girdileri göze gelmiyor, kazanılan paralarla yapılan yatırımlardan haz duyuluyor, zevk alınıyordu. Ne zaman ki büyükler ölüp aradan çekilince araziler pay edilmeye başlanıldı. Herkesin payına düşen hisse, ne üzerinde çalışan çiftçiyi memnun etti ve ne de kazanılan paralar maliyetleri karşıladı. Hâl böyle olunca, toprağa âşık olanlar; ona düşman olmaya ve ondan ayrılmaya başladı. Ne yapılacak peki;
Devletin âtıl durumda bırakılan ve neredeyse unutulmaya yüz tutmuş tarıma elverişli olan arazileri çiftçilere “bedelsiz” olarak tahsis edilecek ve buralar üretime kazandırılacaktır. Gerekirse küçülen arazi parçacıkları bu arazilerle birleştirilerek “toprak reformu” na gidilmelidir. Arazileri işlemeyen – toprak anayı küstürenlere gerekli cezai müeyyideler uygulatılmalıdır.
2 – Hayvancılığın cenneti olan yayla – mera ve otlaklar, “yeşil yol” projeleriyle betonarme yığınlarına dönüştürülmemeli, turizmden üç beş kuruş kazanılacak diye buraların orijinal doğal hali bozulmamalıdır. İnsan yaşayacak yere hayvanları, hayvan yaşayacak yerlere de insanları adapte etmeye çalışırsanız ortaya absürt bir sonuç çıkacaktır. Bilhassa yaylalar, hayvancılığın zirve yaptığı yerlerdir. Buraların doğal halini korumamız, hayvancılıkla uğraşan kişi ve ailelere faizsiz krediler kullandırtmamız gerekir. Devlet, milletiyle – halkıyla devlettir. Bunu çiftçiye – hayvancılıkla uğraşan eli öpülesi insanlarımıza da hissettirmemiz gerekir.
3 – Mantar gibi açılan üniversitelerde yüzlerce ziraat – veterinerlik – eğitim fakülteleri vardır. Buralardan mezun olan idealist gençlere, Anadolu’nun ücra ve kırsal kesimlerine teşvik kredileri vererek geriye dönüşleri teşvik edilmeli, tarım ve hayvancılık yapmaya özendirilmelidir. “Toprağa ne verirsen toprak onun kat kat fazlasını sana geri verir” mantığı ve mantalitesi gençlerin genç dimağlarına kazıttırılmalıdır.
4 – Bölge yatılı ilköğretim okulları hangi mantıkla kapatılıp bunun yerine “taşımalı eğitim” getirildi. Bunu halâ anlayabilmiş değilim. Her geçen eksilen nüfuslar bu sayede daha da dibe düşmekte ve köyler izbe köşeler haline getirilmektedir. Hiçbir işe yaramayıp bazen ürettikleri politikalar sayesinde gündemde kalmaya çalışan siyasilerin ellerinden öpmem (!) geliyor. Tersine göçü başlatacak ve bu sayede en azından kendi geçimini sağlayacak derecede tarımla uğraşanları yerlerinde tutabilmek için her türlü tedbir radikal olarak alınmalıdır.
İşin özü aslında “gölge etme, başka ihsan istemem” den başka bir şey değildir. Dalında güzel olan çiçeği biliyorsunuz da yerinde güzel olan çiftçi ve hayvancıları neden göremiyorsunuz. Cennet olan vatanımızla ilgili her türlü desteği vermeye ve yapıcı önerileri sıralamaya devam edeceğiz!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı