SESİMİZİ DUYAN VAR MI?
Günay Ertan Akgün
17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 Marmara depremlerinin enkazlarından bizlere kalan en acı hatıra herhalde “sesimi duyan var mı?” imdat çığlığıydı. Bu acı sesleniş; Bir ümitle alttakilerin üsttekilere, üsttekilerin de alttakilere acı – canhıraş bağırmaları, belki canlı kurtarma ya da imdat dileyen canlıya son bir kez ümit olma adına ulaşabilme nidalarıydı bu!...
Nasihatlerden – anlatılanlardan – doğru bilinen yollara davetiye çıkarmalardan – maddi / manevi kayıplardan ders çıkartmayan, deveye şapka çıkartacak derecede “dediğim dedik, çaldığım düdük” inatlaşmasından vazgeçemeyen bir topluluk olduk. Bu sıkıntı devlet kademelerine de sirayet etmiş olmalı ki onlarca – yüzlerce kez söyledik; Kalkınmamızın, profesyonel / kurumsallaşmış devlet olabilmemiz ve “modern şehircilik” le tanışmamızın önündeki en büyük engel adına “bürokrasi” dediğimiz illettir. Bu illeti ortadan kaldıramadığımız sürece enkaz başlarında çok daha “sesimi duyan var mı?” diye bağırıp dururuz, inşallah bir duyan olur!...
Deprem, sel ve heyelan ile büyük çaplı yangınlar; “kader” değil, ahmaklık ve hatta oturduğunuz dalı kesmektir. Doğa ve çevrenin doğal akışını – dengesini bozarsanız bunun ya da olumsuz bir doğa olayı yaşıyorsanız bunun müsebbibi insanlardan başkası değildir yani kendimiziz. Şairin de dediği gibi; “Kendi elinle bozuyorsun kendini, Oysa ki Halîk güzel yaratmıştı seni!”. Biz insanoğlu, yaşadığımız ve yaşattıklarımızla adına “dünya” dediğimiz kürenin içine ettik, doğayı kışkırtıp tüm canlılara yaşanılmaz hâle getirttik, sonrasında da ahlanıp vahlandık, kimi kandırıyoruz!...
El birliğiyle bozup nahoş bir eser haline getirdiğimiz ve gelecek nesle ninnilerle / masallarla (!) anlatacağımız nasıl bir dünya bırakıyoruz. Gelin hep birlikte güzel (!) bir panorama çizelim;
“Kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biri” olmakla övündüğümüz güzel ülkemizin tarıma – hayvancılığa elverişli o güzide / nadir topraklarını “daha çok rant alanı elde edilecek” diye imara açıp 100 yılda bir oluşan bir metre bahçe toprağını beton yığınlarıyla doldurup övündük ve sonrasında da “tarım – hayvancılık durma noktasına geldi!” serzenişleriyle – bağırıp çağırmaya başladık. Emin olun ne kadar bağırsanız bağırın sesinizi kimse duymaz, duymayacaktır.
Nehir, dere, göl yatakları ve deniz kenarları ile sahil bantlarına yakın yerlerde “manzara” adı altında gökdelenleri – villa kentleri yerleştirdiniz. Hani komşu – dost ve akrabalarınıza kasıla kasıla“yazlığa gidiyoruz!” deyip hava atıyor ve entelliğinizi (!) ortaya koyuyordunuz ya.. Şimdi ortaya çıkan “manzara”, tahmin ettiğiniz manzara gibi olmadı değil mi? Hem içme suyu ihtiyaçlarımızı karşılayan su yataklarını kirlettiniz, hem yapılarınız sel – heyelan ve taşkınlarda zarar gördü ve hem de durduk (!) yerde canlarınız yitip gitti. Sahi adına “toplum” dediğiniz o müşteri kitlesi buna layık mıydı, onlar mı sizi yönlendirdi yoksa siz mi onları böyle bir sonuca doğru teşvik ettiniz? Gerçekten de çok merak ediyorum; Sesinizi duyan var mı şimdi?!..
“Oksijen deposu” – “nefes hazinesi” ormanları talan edip ortasına oturttuğunuz villa ve tatil köylerinizle övünüp ufak bir yangını kontrol altına alamadığınızda her şeyiniz kül olunca devlet kurumlarına ve size yetişemeyen (!) itfaiyeye saydırmaya başlıyordunuz. Sahi size kim söyledi ormanları kesip kendinizi “ayrıcalıklı” ilan edin diye… Ağacın “orman”, ormanın “rutubet”, rutubetin “yağmur” ve yağmurun da rahmet – bolluk – bereket olduğunu ne çabuk da unuttunuz? Susuzluktan kıvranmaya başlayıp kuraklıkla yüzleşince sesleriniz duyulacak mı zannediyorsunuz. Avazınız çıktığı kadar bağırıp durun, bakalım sesinizi duyacak olan var mı?!...
Hani ecnebinin biri “Türkler, İstanbul’u 1453’te fethettiler ama halâ bir türlü yerleşmeyi beceremediler.” demişti ya, gerçekten de haklıydı. Başta İstanbul olmak üzere bütün büyükşehirlerde ve Anadolu’nun en ücra köşesinde bile yerleşmeyi beceremedik. Çarpık yapılaşmayı, anlamsız – soğuk beton yığınlarıyla üst üste yapmayı, estetikten yoksun iskeletleri dikmeyi “yaşam alanları” oluşturmak ve şehircilik zannettik. Böylelikle hem insanları “sosyal varlık” olmaktan uzaklaştırdık ve hem de içimizdeki insanlığın içine ettik. Sonra da şehirlerin pardon “modern varoşlar”ın karmaşık yapısı ve insan üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsedip anlamsız sosyolojik - psikolojik tartışmalara giriştik. Ne dediğini anlamadığımız tuhaf insanların Latince ifadeleriyle karşılaştık. Sahi sizin o cılız seslerinizi kim ya da kimler duydu, duyduysa da ne anladı?!...
Ülkemizde yapılan yapıların çoğu 1999 deprem öncesinde imar ve inşa edildi. Teknolojik çağda yaşamamıza rağmen daha doğru dürüst bir “yapı stoğu” tutulamadığı gibi kayıt altına da alınamadı. Bu gerçekleri beşikteki bebekler bile öğrendi, tuhaf unvanlı adamlardan akşam sabah TV ekranlarından bu ninnileri dinliyoruz; “uyu yavrum uyu, uyudukça büyürsün!”. Depremlerden en minimum seviyede etkilenmek, maddi – manevi kayıplarla yüzleşmemek adına “yapı denetim” - “kentsel dönüşüm” yönetmelikleri yayınlandı, uygulamalara girişildi, denetim şirketleri – laboratuvarlar kuruldu, koca koca binalara “kentsel dönüşüm müdürlüğü” tabelaları asıldı. 1999 depreminin üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti, ne yaptınız bunca yıldır? Kentleri dönüştüremediğiniz gibi bina dönüşümlerini bile elinize yüzünüze bulaştırdınız. Tarihe kalın harflerle kaydedilecek kara 06 Şubat’ı kaydedene kadar gerçekten de ne yaptınız, şimdi mi yoksa enkazlarla – ölülerle ve daha ağırı bir bölgeyi kaybetmeyle mi aklınız başınıza geldi. İstediğiniz kadar bağırıp çağırın sizi gerçekten de birileri duyacak mı?!...
Şehir – büyükşehirlerde deprem, sel – heyelan gibi olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere “Acil Toplanma Merkezleri” (ATM’ler) ayrılacak ve bunlar yapılacaktı. Sahi siz ATM’leri, banka ATM’si zannetmiş olmalısınız ki o alanlar sadece para çekmek ve yatırmak için tahsis edildi ve böyle bir durumda başımıza herhangi bir musibet gelince biz nerelerde toplanacağız, çok da merak ediyorum!.. Yoksa depremlerde gördüğümüz manzaralarda olduğu gibi enkaz başlarında mı bekleyecek, sahipsiz bir şekilde çaresizliğimizle mi yüzleşeceğiz? Böyle bir durumda ne kadar bağırırsanız bağırın sesinizi duyan olur mu?!...
Belediyelerin “harç” adı altında alıp da bir türlü inşa etmediği açık ve kapalı otoparklar olmadığı için sokak ve caddelerin iki tarafını kapatmayı marifet sayan bir toplum olduğumuz, sokak ve caddeleri dar bir şekilde inşa ettiğimiz için deprem – yangın – sel ve heyelanlarda gerekli ulaşımı sağlayamazsak oluşacak sıkıntılardan dolayı ne kadar bağırırsanız bağırın sizi kim ya da kimler duyacak?!.. Normal zamanlarda bile ambulans ve itfaiye araçlarına yol vermeyen zihniyet, böyle durumlarda kapalı olan yollarda geçiş üstünlüğünü kendinden başkasında görür mü, sebep olacağınız kayıplar karşısında aynı şeyleri siz yaşadığınızda sahi sizin sesinizi kimler duyacak ya da duymalı mı?!...
Hazineye ait arazilerde büyük siteler inşa ettirip “tabutluklar” ı andıran eski ve çürük yapıları görmezden gelen zihniyet, “kentsel dönüşüm” uygulamalarıyla halkı müteahhitlerle karşı karşıya getirip beklenilen kaderiyle yüzleştirdikten sonra kapımızı çalan depremle birlikte “çok geç kaldık, dikey mimariden vazgeçmeliyiz!” demek, kime ne kazandıracak? Şimdi “enkazlardan ne çıkartırsak kârdır!” nidalarının yükselmesi, giden canlara – solan ümitlere – sosyal çöküntüye nefes olabilecek mi? Bağırın, bağırın belki sizleri birileri duyar (!). Tekrar tekrar yazıyorum; kapınızı çalan tehlike çanlarına karşı kulak tıkayıp normal zamanlarda zorba olamayan bir devlet, enkaz başında milletiyle ağlamaktan başka bir şey yapmaz, yapamaz, yapamayacaktır. Böyle bir durumda da “sesimizi duyan var mı?” nidalarından medet umar durursunuz ama duymazlar. Çünkü, ölüler; sizi duymaz, duyamaz!...
Ülke tarihimizin en büyük afetini – asrın felaketini ya da küçük bir mahşeri yaşadığımız doğrudur ama “insan” kaynaklı her türlü bela ve musibetten uzak durmak istiyorsak öncelikli olarak “insan” olmalı ve bunların gereklerini de yerine getirmeliyiz. Deprem başta olmak üzere her türlü sıkıntıda başvuru kaynağımız ilim ve onun ortaya koyduğu teknik – teknolojik imkanlar olmalıdır. Ayrıca moda haline gelen “din karşıtı” söylemler de bir son bulmalıdır. Din, zora kaldığınız zaman aklınıza gelen “başvuru kaynağı” değildir. Doğru dürüst yaşamaktan aciz olduğumuz bir dini “ilim karşıtı” olarak göstermek ve başınıza bir musibet geldiği zaman hatırlamak zorunda kaldığınız Yaratan’ı ara sıra aklınıza getirmekle ancak ve ancak kendinizi kandırmış olursunuz, bunu da siz yersiniz, başkaları değil!...
Unutmayalım ki;
Yazılanlara – söylenilenlere kulak tıkar, din - ilim ve teknolojiyi göz ardı eder ve doğruları “öncelikli hedefler” iniz arasına sokmazsanız çok daha “sesimizi duyan var mı?” diye bağırır ve tam tersi durumda da böyle bir şeye ihtiyaç duymazsınız. Çok geç kalmadan ve şimdiden seslerimizi duyun ki enkaz başlarında bağırmaktan – ağlamaktan kurtulmuş olalım!...

