Terörsüz Türkiye Hedefi ve Kırmızı Çizgiler

DEM Parti’nin Kürt sorununa ilişkin yayımladığı 99 sayfalık rapor, Türkiye’nin uzun yıllardır mücadele ettiği bir başlığı “haklı” olarak yeniden gündeme taşıdı. Terörsüz Türkiye hedefinin konuşulduğu bir dönemde bu tür metinler elbette dikkate alınmalıdır. Ancak dikkate almak, kabul etmek anlamına gelmez. Devlet ciddiyeti tam da bu ayrımı yapabilme yeteneğidir.

Türkiye, terörle mücadelesini sadece silahla değil; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda da yürütmüş bir devlettir. Bu mücadelenin bedelini ise binlerce şehitle ödemiştir. Bu nedenle atılacak her adım, sadece bugünün siyasetiyle değil; şehitlerimizin hatırası ve milletin ortak vicdanı ile birlikte düşünülmelidir.

Öncelikle şu gerçeği teslim etmek gerekir:

Türkiye’de Kürt vatandaşların kültürel hakları, kamusal görünürlükleri ve siyasal temsil alanları geçmişe kıyasla ciddi biçimde genişlemiştir. TRT Kürdi’den seçilmiş belediyelere, üniversitelerdeki akademik çalışmalardan kültürel faaliyetlere kadar birçok alan bugün devletin bilgisi ve izni dâhilinde yürütülmektedir. Dolayısıyla meseleyi “inkâr politikaları” üzerinden okumak artık gerçekçi değildir.

Ancak DEM Parti raporunda yer alan “taleplerin” önemli bir kısmı, hak genişletme değil, doğrudan devletin üniter yapısını ve anayasal kimliğini dönüştürmeye yönelik teklifler içermektedir. İşte kabul edilemez olan da tam olarak burasıdır.

Anayasa’nın 66. maddesinden “Türklük” tanımının çıkarılması, vatandaşlık bağının etnik temelde yeniden tanımlanması anlamına gelir. Bu, bir toplumu birleştirmekten ziyade, ayrıştırma riskini büyütür. “Türk” kavramı etnik değil, siyasi ve kapsayıcı bir üst kimliktir. Bu tanımı tartışmaya açmak, ortak vatandaşlık bilincini zayıflatır.

Benzer şekilde, 127. madde üzerinden merkezi idarenin zayıflatılması ve yerel özerklik taleplerinin güçlendirilmesi, Türkiye gibi terörle mücadele hafızası olan bir ülkede masum bir idari reform olarak okunamaz. Bu talepler, geçmişte yaşanan hendek kalkışmalarının ve fiili alan hakimiyeti girişimlerinin ardından doğal olarak güvenlik perspektifiyle değerlendirilmek zorundadır.

Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması, özel operasyon birliklerinin geri çekilmesi ve çatışma dönemine ait askeri unsurların tasfiyesi gibi öneriler ise sahadaki gerçeklikten kopuktur. Türkiye, terörü “niyetlerle” değil, somut tehditlerle yaşamış bir ülkedir. Dolayısıyla güvenlik mekanizmalarını zayıflatmayı öneren hiçbir yaklaşım, “terörsüzlük” iddiasıyla yan yana duramaz.

En hassas başlıklardan biri de bebek katili Abdullah Öcalan’a ilişkin taleplerdir. “İyileştirilmiş koşullar, umut hakkı ve fiziki özgürlük” gibi ifadeler, sadece hukuki değil; ahlaki ve vicdani bir sınırı da aşmaktadır. On binlerce cana mal olmuş bir terör örgütünün lideri üzerinden “barış” inşa edilemez. Şehit ailelerinin, gazilerin ve milletin vicdanı bu tür adımları taşımaz.

Ancak şunu da açıkça söylemek gerekir:

Terörsüz Türkiye hedefi, sadece “hayır” demekle değil; doğru olanı doğru zeminde konuşabilmekle mümkündür.

Silahın tamamen ve koşulsuz bırakılması, terörle tüm bağların koparılması, demokratik siyasetin tek adres olarak kabul edilmesi… İşte sürecin konuşulabileceği yegâne zemin budur. IRA ve ETA örnekleri, her ülkenin kendi tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin yaşadığı tecrübe, birebir kopyalanacak bir model değil, kendi devlet aklıyla şekillenecek özgün bir süreç gerektirir.

Bugün iktidarın ve özellikle Cumhur İttifakı’nın durduğu yer nettir:

Devletin üniter yapısı, milletin ortak kimliği ve şehitlerimizin hatırası tartışma konusu yapılamaz. Ancak terörden tamamen arındırılmış, güvenli ve kapsayıcı bir Türkiye için sosyal ve siyasal zeminin güçlendirilmesi de göz ardı edilemez.

Sonuç olarak mesele şudur:

Türkiye barışı ister; ama teslimiyeti reddeder.

Kardeşliği savunur; ama ayrışmayı meşrulaştırmaz.

Çözümü konuşur; ama devletin temelini pazarlık konusu yapmaz.

Terörsüz Türkiye hedefi, ancak bu denge korunarak mümkün olabilir. Aksi hâlde atılan her adım, çözüm değil, yeni kırılmalar üretir.

Ve bu ülke, artık bu bedeli bir kez daha ödeyecek lükse sahip değildir.