BIST9.079,97%3,10
USD32.3408%0.15
EURO34,9936%-0.22
ALTIN2.311,15%1.48

Kendimize gelelim, özümüze dönelim

Yaşar Değirmenci

Abone OlGoogle News
14 Ocak 2022 07:22

Nefs; terbiye etmek mücadeleyi bırakmamak için var. İnsan nefsiyle mücadele ederek tekâmül eder. Fıtrat buna göredir. Peki, ne yapıyor insan? Hayvanların behîmi yaradılışında olmayan bir sürü şeyi yapıyor. Kavga, gürültü, suçlama, hakaret, iftira, suizan, yalan kötüleme, vs. Peki hatayı kabullenme var mı, ‘özür’ var mı, ‘özeleştiri’ var mı? Özeleştiri olmadan bir insan, kendini aşabilir mi? Kendini aşamayan kaliteli, vasıflı olabilir mi? Egoizmden kurtulamayan, arzu ve isteklerinin emrine giren özgür mü? Kendinin dışındaki hayata kapalı olan başkalarına yardımcı ve etkili olabilir mi?

Kendi kendimizin hem zâlimi, hem mazlumuyuz. “Müslümanım!” demesine rağmen zulmediyor. Zulmün bütün çeşitleriyle. “Müslümanım!” diyen nasıl yapar? Bu ne tür bir nasipsizlik? Bu ne çetin bir imtihan? İnsan için, “Melekten üstün, hayvandan aşağı” denilmiş. İki ucu açık. Dindar olmaya çalışırken gurura, bencilliğe, nefrete, zulme, sevgisizliğe sürükleniyor. Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmez, bazı insani yükselişlere ise melekler bile erişemez.

Acaba İmam-ı Rabbani Hz.leri bunun için mi “ Ya Rabbi! Gözyaşımı kurutma!” diye dua ediyordu. Gelin büyük zata eşlik edip biz de ağlayalım! Teselli bekleyen komşumuza çare olamayışımıza, cevabını unuttuğumuz telefonlara, maillere, aramadığımız dostlarımıza, ziyaret etmediğimiz hastalarımıza, akrabalarımıza, hayır dualarını alamadığımız yaşlılarımıza ağlayalım. Yaşadığımız salgın bahanesiyle koptuğumuz insanlarla, toplumla buluşalım, uzaklaşmayalım. Belki en kötüsü de, bu hissimizi yitirişimize ve ağlamayı unutuşumuza ağlayalım. Öyle insanlar vardır ki, parasızlıktan veya maddi yetersizliklerden dolayı değil, sadece sevgi kelimesine hasret olarak ilgisizlikten ölür giderler.

İyilik, hayata anlam kazandırır. İyilik öyle bir dildir ki hem dilsizler konuşabilir onunla hem de sağırlar işitir onu. Sevmek ise boş sözle olmaz. Sevmek ilgilenmektir. Zaman ayırmaktır. Paylaşmaktır. Bu yüzden ‘sevgi bedel ister.’ Bunlar bizim dünyamızdan silindi mi? Dünyanın her hal ve şartta bir “imtihan dünyası” olduğunu unutmadığımız müddetçe ‘sabırlı/şükürlü/kanaatli bir yaşayış’ içinde oluruz. Küçüğü ile büyüğü ile kazananı ile kaybedeni ile… Hastalığı-sağlığı, varlığı-yokluğu, sevinci-üzüntüsü ile fânilikler içinde ebedilik arayışımızla devam edecek. Kazanılan “Allah Rızası” salih amellerle noktalanan iman yürüyüşü, “hayır insanı” olma gayreti belki muhtemel sınavlardan başarıyla çıkmamızın vesilesi olacak.

Kalplerle akıllar, düşüncelerle inanışlar, ruhlarla iradeler, dünle bugün, bugünle yarın arasında kavga var! Mâzi-hal-istikbal kavgası! Bu kavganın silahları: Nefs-şeytan!

Böyle bir kavganın kime ne faydası var? İtidale muhtaç ruhların, özlerin, soluk alamaz hale gelmesi neyle izah edilebilir? Hesaba-kitaba inanan insanlar olarak bu mütecaviz hal neyin nesi! Bir başka cephede başka türlü mücadele. Nefsinden, şeytanından aldığı fetva ile zulmediyor. Dur durak bilmiyor. Diğer taraftan kandan beslenen, yakan, yıkan çoluk/çocuk demeden öldüren, yüzlerce insanı şehit eden, utanmadan bunları yapanlara meşruiyet kazandırmaya çalışan ‘modern vampirler’in arasındayız. Bu cani, katil, zalim adamları besleyip allayıp pullayanlara, ne demeli? Kalem de kelam da her türlü hakaret de hafif kalıyor yaptıkları yanında. “Hainlerle beraber olma!’ ilahi ikazı duymayan sağırlara nasıl duyuracağız hak ve hakikati. Aman Allah’ım bu nasıl bir imtihan. Çok dramatik bir hal içindeyiz. Hassasiyetlerimizi reflekslerimizi kaybettik. Doğrunun, iyinin, güzelin, Hak ve hakikatin yanında durmayı, zalimin, bâtılın, yanlışın çirkinin karşısında yer alma özelliklerimiz kayboldu. Bu hal, bu tavır; meselelerin en önemlisi. Çünkü hassasiyet varsa; umut her durumda vardır, her mesele bir gün çözülebilir. Ama hassasiyet kaybolmuşsa, hangi meseleyi kim, nasıl çözecek? İnsanlıklarını inatlarına kurban etmişlerle hangi derdi paylaşabiliriz ki? Hele bir de bu hal hep devam ediyorsa. Onu bir karakter tavrı bir hayat tarzı hâline getirmişse. Yalanın, dolanın, iftiranın normalleştiği edep ve hâyânın kalmadığı tiplerin vekillerimiz olarak meclisi doldurduğu insanlar mı milletin vekili? Devletimizin yıkılmasını, bayrağımızın inmesini, ezanımızın susmasını, vatanımızın bölünmesini isteyenler mi vatandaş/yurttaş? Milliyetçi/muhafazakâr/dindar/demokrat olarak geçinen, bilinen insanlarla mı milletin ittifakı? Batı’nın uşaklığını yapıp hiçbir kutsalımızla irtibatı olmayanlarla mı ezberleyip slogan hale getirdikleri ‘helalleşme’ gerçekleşecek?

Düzelme yolunda irade kullanılmıyorsa ne yapılabilir ki! Bu duruma “daha iyi olma”yı kasten, reddediyor denmez mi? Kendi din kardeşlerini bırakıp, bütün ‘şer ittifakı’ içinde olup onlardan medet uman, kendi ülkesini, ülkesinin insanını dış güçlere gammazlayan, basit menfaatleri uğruna milletin menfaatini feda edebilenlerin durumları ayrı bir dert. “Hadi oturup konuşalım” denebilir. Ne konuşacağız? Konuşacağız da ne olacak? Hâlden anlamayan sözden anlar mı? Aile içi ilişkiler, akrabalık münasebetleri nasıl olmalı? Komşuluk ilişkileri, kardeşlik alakası, vs. usulü, üslubu nedir, nasıl olmalı bunlara hiç kafa yorduk mu? Hased, gıybet, gıpta nedir? Gafletimizden düştüğümüz affedilemeyecek hatalar, “gönül kusurları” iftira ve suizana sebebiyet verdiğimiz amellerimiz, iç dünyamızda açılan yaralara sebebiyet veren hareketlerimizi hangi merhem, hangi sevap telafi edebilir? Bu inatlaşma, bu öfke, bu saldırganlık, şuur altında biriken bu kinin bırakın dindarlığı, “insanlık”ta yeri olabilir mi? Ölçü ve dengenin kaybolduğu nefslerin putlaştığı bir yapıyla hangi meseleyi halledebiliriz? Normal insanların yapamayacağı hallere, örnek olması gereken insanların düşmesi “ruh kirliliği”nin ne kadar bulaşıcı bir hastalık olduğunu göstermiyor mu? Hatasızlık, hep haklı çıkma duygusu, hep tartışma ve münakaşa, karşısındakini tedirgin etme hali, hastalıklı bir ruh hali değil mi? “Kâbe’yi yıkmak”tan daha ağır olan “kalp kırma”nın bu kadar kolaylaştığı bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki! İbadetlerimiz, amellerimiz; ahlak ve dindarlığımıza kalite getirmiyor maalesef. Bir İslam büyüğünün dediği gibi tevbemiz tevbeye muhtaç, istiğfarımızın istiğfara muhtaç! Tevbe-istiğfar edip, hatalardan pişman olup, “nefs muhasebesi” yapması gerekenlerdeki bu pervasızlık, ancak hasta ruh haliyle izah edilebilir. Tedavisi de “hastalığın kabulü”yle başlar. Çünkü “hasta olduğu halde hastalığı kabullenememe” kanser dâhil hastalıkların en tehlikelisidir. Ölçüsüzlüğün, dengesizliğin güzeli olmaz; gerekçesi mazereti hiç olmaz. Âdab yok, büyük-küçük yok, hak-hukuk yok, edeb-hâyâ yok! Okuduğun Kur’an’ı anlamak, idrak etmek yok! Yokoğlu yok! Bu “yokluk”ta var olmaya çalışıyorsun. Daha, insanî davranışlardaki problemlerimizi çözemeyişimiz, bırakın başkalarının hidayetine vesile olmayı; “kötü örnek”liğimizle insanları dinden-imandan soğutma tehlikesiyle karşı karşıyayız. İçinde bulunulan bu hal; Müslümanların bulundukları halet-i ruhiyeyi özetliyor. Bu “fotoğraf karesi”nde var mıyız, yok muyuz takdir sizin. Herhalde (başta kendimiz) hemen herkese şu dâvetin yapılması gerekiyor. Bildiklerimizle, okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmek! Uygulamak, pratiğe dönüştürmek. İşte bütün mesele…

Her cephede imtihandayız! Kendimize gelelim, özümüze dönelim.

Yaşar Değirmenci

Akit TV köşe yazarı