BIST9.722,09%0,80
USD32.5363%-0.06
EURO34,7985%-0.19
ALTIN2.421,65%-0.35

Şubat ayı okumasını tarihe ayıralım

Yaşar Değirmenci

Abone OlGoogle News
15 Şubat 2021 10:08

Her Şubat ayında birçok şehadet şerbetini içen İslâm büyüklerini, tarihi şahsiyetleri, rahmetle, minnetle, şükranla hatırlayıp Rabbimizden bizi cennette buluşturması için dua ederken tarih şuuru verilmediği için bugünkü yazımı ona tahsis ediyorum. Hiç olmazsa makul ve mutedil bir fikri seviyede, ideolojik bakmadan, peşin hükümlü olmadan tarihi hakikatleri konuşalım. Bu ayda vefat eden Abdülhamid Han bilinmeden Osmanlı Tarihi bilinmez ve anlaşılmaz. İstiklal Harbi, Cumhuriyet dönemi, bugün çekilen iç ve dış düşmanlıklar, vb. ihanetlerden ibret alıp ders de çıkarılmaz. Dünyanın başına bela olan İsrail ve Yahudi meselesi de Abdülhamid Han bilinmeden anlaşılamaz. Tarih, insanları yargılamak için değil, bugüne ışık tutmak için incelenmeli, öğrenmeli ve düşünülmelidir. Bugünün birçok meselesi, zannedildiği gibi yepyeni değildir. Devlet; tarihteki kökleriyle tanınması mümkün olan bir devamlılığa sahiptir. ‘Mâzi-hal-istiklal ve istikbal’ meselesi! Din/dil/tarih şuurundan mahrum yetişen/yetiştirilen gençler ve aydınlar kurtarılmaya muhtaç hale gelmiş, getirilmişlerdir. Batı hayranlığı ‘devirelim şu Abdülhamid’i de kurtaralım devleti’ düşüncesi Osmanlı’yı yıkmak isteyen bütün güçlerle ittifak hali meydana getirmiştir. (Bugünkü hükümeti düşürmek için yapılanlara ne kadar benziyor.)

Meşhur yazarlarımız, edebiyatçılarımız, âlimlerimiz, din adamlarımız, feylesoflarımız Abdülhamid Hana karşı akıl almadık gaflete hatta ihanete düşerken, bazıları Abdülhamid’i düşürmek için harekete geçen İttihat ve Terakki’nin emrindeki ‘Hareket Ordusu’nun içinde fikren ve fiilen yer aldılar. Abdülhamid, ıslahat padişahlarının hepsinden üstündü, farklıydı; ancak yapayalnızdı. Hamle yapmasına fırsat verilmedi, sadece mukavemet etti edebildiğince. İttihatçılar O’nu düşürdükten sonra ‘tanıyamamışız, keşke tanıyabilseydik’ demişler, hatıralarında da çeşitli itiraflarda bulunup nefs muhasebesi yapmışlardır. Sadece askerler değil, ulema da, umera da tanıyamadı. Eğer ulema bir yanında, askerler ve gençler öbür yanında olsaydı, zarûrî değişimler farklı olurdu. Rumeli’nin de önemli bir kısmı elimizde kalırdı. Cihan harbine girmemizi gerektiren şartlar doğmaz, bambaşka bir ufuk açılırdı. Çevresi hep onu devirmek isteyenlerle doluydu. Batı hayranlıkları sarmıştı ortalığı. Bütün yaptıkları faaliyetler; darbe arayışlarından ibaretti. Abdülhamid Han devri yaşanırken hürriyetin olmadığından şikâyet ediliyordu. Acaba sahiden öyle miydi?

Ermeniler Abdülhamid’e bombalı suikast düzenleyip de başarısızlığa uğrayınca, Tevfik Fikret şöyle söylüyordu: ‘Ey şanlı avcı, Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!’

Tevfik Fikret’e göre Ermeni komitacıları ‘şanlı’ avcıydı. Abdülhamid ise, bombalanması gereken bir hedef! Bu bakış devlet/millet/ümmet düşmanlarının ortak bakışıdır. Dün de bugün de. ‘Hepimiz Ermeni’yiz’ diyenlerin aynı yerde buluşması dün de bugün de aynı. Bir Türk, kendi padişahı ile Ermeni Komitacıları arasındaki tercihini böyle mi kullanır? Bugün de teröristlerle mücadelede herkes safını göstermiyor mu? Türkçüler, Jöntürkler Abdülhamid’i düşürmek gaye ve hedefleriydi. İslamcılar elbette farklıydılar. Fakat onlar da Batı’ya kendi medeniyet bakışıyla bakamamaktan doğmuş birtakım zaaflara kapılıyorlardı. Abdülhamid’i deviren kuvvetin hazırladığı zemin; kayan/kaygan zemindi. Abdülhamid’i devirdiler, sonra yanına gidip ‘ne yapalım şimdi?’ diye sordular. Aldıkları cevaplar karşısında ‘adam dört duvar arasında dünyayı bizden daha iyi görebiliyor’ diye hayret ve hayranlıklara düştüler. Abdülhamid Hanın lehinde ne kadar yazılsa, konuşulsa azdır. Çünkü hakkı çok yenmiştir. Yapabilecekken, ısrarla inatla engel olunmuştur. Yapılamayanlar, çok büyük bir dikkat, itina ve titizlikle üzerinde durulması gereken hususlardır. Abdülhamid Han vaktiyle anlaşılsaydı; Türkiye onun zamanında yeniden dünyanın en büyük devletleri arasına girerdi. Balkan ve Dünya harpleri yaşanmadan yeni bir coğrafya ve bünye değişimini millî hüviyet içinde gerçekleştirir, Tuna’dan berisi hâlâ bizde olurdu. Belki hayal gibi görünecek ama değildir. Talat Paşa itiraf etmiştir: ‘Keşke önceden tanıyabilseydik’ demiştir. Abdülhamid’in ölümünden sonra, elleriyle yüzülerini kapatıp hüngür hüngür ağlamışlardır. Abdülhamid, despot yapılı bir insan değildi. Müşfikti, merhametliydi. Vakur, fevkalade mütevazıydı. Barış içinde uzlaşmayla/tesanüdle, her hayırlı değişimin öncülüğünü yapabilecek fıtrattaydı. Türkiye’nin de, dünyanın da gerçeklerini, Jöntürklerden çok daha iyi biliyordu. Hafızası pek nadir insanda bulunacak kadar kuvvetli idi. Dikkati çekecek tarzda üst seviyede bir zekâya sahipti. Bu sebeple görüştüğü kimselerde özel bir tesir bırakırdı. Dış politikada ustaca bir siyaset güderek her şeye rağmen 33 yıl Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmuştur. Avrupa’nın büyük güçlerine karşı, çok sayıda Müslüman sömürgeye sahip Fransa, İngiltere, Rusya gibi devletlere karşı da halifeliğin gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmış, zulümlerini önlemiştir. O dönemi bilmek, tanımak bakımından Kızı Ayşe Osmanoğlu ile Baş kâtibi Tahsin Paşa’nın hatıraları okunmalıdır. En çok itham ettikleri küçük gördükleri hususlardan birisi ‘Jurnal meselesi’dir. Abdülhamid Han tahttan indirilmesinden sonra İttihat ve Terakki’nin kararı ile Selanik’e gönderildi. Orada Alâtini köşkünde göz hapsinde tutulmaya başlandı. Selanik’te bulunduğunda, kendisinin muhafızlığı vazifesini yerine getiren Ali Fethi Bey ile yaptığı görüşmelerde geçmişin bir muhasebesini yaparak icraatları hakkında bilgi verdiği, bu vesile ile devrini ve şahsını savunduğu görülmüştür. Ali Fethi Bey ‘Üç devirde bir adam’ kitabında tesbitlerini, hayranlığını, yanlış tanıdıklarını, kıymetini bilemediklerini ondan istifade edemediklerini beyan etmektedir. Abdülhamid Han Jurnal ile ilgili kendisine şunları söylemiştir: ‘Jurnal nedir, onu anlamak lazımdır. Jurnal bir hadisenin izahıdır, yani rapordur, fezlekedir. Bunlara ihtiyaç duymayan hükümdar, devlet ve devlet adamı tasavvur edilebilir mi? Haber alınmayacak da kararını hayalinden mi verecektir? Bu açık hakikatten sonra geriye verilen Jurnallerin mahiyeti, doğruluğu ve iyi niyeti kalıyor. Hakikat olduğuna inandığı olayları, hükümdarına ve devletine bildirmek bu itibarla vatan hizmeti değil midir? Yanlışlar, hatalar, haksızlıklar olabilir ve olmuştur. Fakat ben her şeyi öğrenmek mevkiinde ve zaruretinde idim. Osmanlı Devleti yüzölçümü ve nüfus olarak kendisinden büyük ülkelere dahi benzemez. Mesela Rusya’yı ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’ni idare etmek çok daha kolay ve basittir. Çünkü bizim devletimizde kitabi ve semavi bütün dinlerin mensuplarıyla, dünyanın bütün dinlerine mensup ve ırk, kavmiyet, milliyet olarak dünya yüzünde ne kadar insan varsa hepsi huzur içinde yaşar. Her renkten insan bulunur. Devletimizin örf ve âdetleri olduğu kadar dinimiz de bunların eşitliğini emreder. Diğerlerinde renk farkı (ırkçılık) mevcuttur. Bizde bunun tam aksidir.’ Yahudi ve İsrail tehlikesini çok iyi bildiğinden İsrail Devleti’nin kurulmasına izin vermemiş Filistin’de bir toprak parçası isteklerine verdiği tarihi cevap hiç unutulmamalıdır. ‘Bizim aydınlarımız’ın ortak hislerini ifade etmek üzere Yusuf Kaplan Bey’in sözlerini paylaşmak istiyorum: “Tarihini bilmeyen bugünü anlayamaz, yarını göremez. Ayrışma değil bütünleşmeye ihtiyacımız olan bir dönemeçten geçiyoruz. Entelektüeller olarak yüzleşelim.

Cumhuriyet, Osmanlı’nın devamı ve İslâm devleti olarak kuruldu. 1928’de, Anayasa’nın ikinci maddesindeki “devletin dini, din-i İslâm’dır” maddesi kaldırıldı. Bu, 1922’de saltanatın, 1924’de hilâfetin ilgası, ardından devletin bütün kurumlarının İslâm’dan arındırılması (uzun vadede) çok tehlikeli bir yok oluş sürecinin uzantısı, mantıkî sonucuydu.

İslâm devleti olarak kurulan bir devletin İslâm’dan arındırılması, o devletin Meclis’i eliyle yapılabilir mi? Hem de eşrafın, ulemanın doldurduğu, kahir ekseriyetini oluşturduğu bir Meclis’te bu nasıl mümkün olabilir? Baskı, sindirme, vesaire gibi usuller dışında?

Ne yaşadık ve neden yaşadık peki? Bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında çok sınırlı, devede kulak misali. Dışardan fiilen işgal edilmeyen bir ülkenin içerden zihnen ele geçirilmesi. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir.”

Yaşar Değirmenci

Akit TV köşe yazarı