BIST9.791,06%0,71
USD32.5147%-0.16
EURO34,9397%0.25
ALTIN2.435,46%0.51

İman-amel irtibatını koparmayalım!

Yaşar Değirmenci

Abone OlGoogle News
08 Ocak 2021 09:24

İnsanoğlu, yaratılışı itibarıyla dünya nimetlerine meyyaldir. Onun dünyaya ve dünya nimetlerine meyli, yaşama arzusunun bir gereğidir. İnsan, ölümü arzu etmez. Her insan gibi biz Mü’minler de daha uzun ömürlü olmayı, daha sağlıklı ve mutlu yaşamayı arzu ederiz. Ancak bu dünyadaki hayatımızın ölümle sınırlı olduğunu, ölümsüzlüğün ve ebediyetin ancak ahiret hayatında olduğunu biliriz ve buna inanırız. Ahiret hayatındaki ebedî mutluluğu kazanmamız için dünya hayatındaki arzu ve isteklerimizin meşru ölçüler dâhilinde sınırlandırılması gerekir. Arzu ve isteklerin sınırsızlığı insana mutluluk değil, doyumsuzluk ve sonunda huzursuzluk getirir. Peygamber Efendimiz, “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa bir ikincisini ister; onun (bu ihtirasını) ancak toprak (ölüm) doyurur. Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder” buyurarak insanın arzu ve isteklerinin tükenmeyeceğine; bunun ancak ölümle son bulacağına işaret etmiştir. Bu bakımdan İslam dinine göre insan arzu ve ihtiraslarının mahkûmu ve esiri olmamalıdır. Arzu ve isteklerini kontrol altında tutabilmelidir. Mutluluğun yolu da arzu ve isteklerin kontrol altına alınmasından geçer. ‘Kanaat tükenmez hazinedir’ sözünde olduğu gibi insan, arzu ve isteklerini kontrol altına alarak arzu ettiğine erişemese de, bulunduğu hâl üzere mutluluğu yakalayabilir. Mutluluk, insanın insan olması itibarıyla sınırsız bir özgürlüğünün olmadığını bilmesine bağlıdır. Yaşadığımız olayları, geçirdiğimiz imtihanları da; sabır, şükür, kanaat, sadelikle (lüks, konfor, taklit, özenti. vb. uzak durmakla) huzur buluruz. Susayan insana verilen tuzlu su, harareti arttırır.

Nefis ve hevâ (arzu ve isteklerin) bir disiplin altına alınmadığı, hiçbir değer tanımadan sorumsuzca yerine getirilmeye çalışıldığı durumda insan; tamamen bu duyguların ve isteklerin mahkûmu olabilir. Kontrolsüz ve başıboş bir iştah mahkûmiyeti, gerçekte insanın özgür iradesini arzu ve heveslerine teslim etmesidir. İşte bu durumda insan, belki de hiç farkında olmadan, âyet-i kerimede ifade edildiği gibi “nefsinin arzusunu ilah edinen” birisi oluverir. O’ndan başkasının ilahlığının reddedilmesiyle, Rabbinin emir ve yasaklarını kendi arzu ve heveslerine tercih etmekle olur. Bir kimse, Allah’ın yegâne yaratıcı olduğunu kabul ettiği halde O’nun emir ve yasakları konusunda kayıtsız kalırsa bu durum o kimsenin, Allah’ın ilahlığını tasdik etmekte kusurlu olduğu anlamına gelir. Böyle bir kimse kendi heva ve hevesini ‘ilah’ edinecek şekilde putlaştırırsa, bununla, kendi sonunu hazırlayarak gerçeği anlamaya kulaklarını tıkamış, gözlerini ve kalbini kapatmış demektir. Artık onun zihnini hakikate açma konusunda Allah’tan başka hiçbir kimseden fayda beklenemez. Bu durumda Allah’tan ona bir fayda hâsıl olması için; Allah’ın onun anlayışını düzeltmesi, kalbini hakikate açması ve gözlerindeki perdeyi kaldırması için, o kimsenin heva ve arzularının mahkûmu olmaktan kendini kurtarmaya gayret etme iradesini göstermesi ve Allah’a yönelmesi gerekir. Öyleyse âyetteki “Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” ikazının dikkate alınması gerekir. Biz Mü’minler dahi, yaratılışı itibarıyla iyi ve kötüyü işlemeye yatkın olmamız sebebiyle arzu ve isteklerimizi putlaştırma tehlikesine karşı müteyakkız (uyanık) olmalıyız. Her türlü istek ve iştahımızı bir disiplin içerisinde kontrol altında tutmalıyız. Bunun yolu, Allah’a yönelerek, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmek suretiyle O’ndan yardım dilemekten geçer. Âyet-i kerimede ifade edilen kulağın ve kalbin mühürlenmesinin, gözlere perde çekilmesinin kendi yapıp ettiklerimizle doğrudan ilgili olduğunu unutmamamız gerekir. Arzu, heves ve ihtiraslarımızın Allah’ın emir ve yasaklarıyla sınırlı olduğunu bilip bunlara riayet etmeliyiz. Allah’ın bildirdiği helal ve haramlara, emir ve yasaklara bağlı kaldığımız ölçüde, hakikati anlama ve uygulama konusunda Allah’ın yardımını ve yaratmasını hak ederiz. Bunlara kayıtsız kaldığımız ölçüde de hakikati anlama ve uygulama konusunda körelir ve hassasiyetimizi kaybederiz. Dini meselelerdeki hassasiyetimizi kaybetmemeliyiz.

Allah’a kul olmamak; kula ve eşyaya kul olmakla sonuçlanan bayağılaşmaya (âdileşmeye/basitleşmeye) yol açar. İnsanın bedenini omurga, şerefini akıl, aklını iman ayakta tutar. Peygamberimizin “Sizin için bundan böyle yoksulluktan korkmuyorum. Fakat (beni asıl korkutan) sizin, tıpkı sizden öncekiler gibi dünyaya kapanmanızdan, onların mal yarıştırdığı gibi sizin de mal yarıştırmanızdan, onların dünyaya düşkün olduğu gibi sizin de dünyaya üşüşmenizden korkuyorum.” Görünen o ki bolluk çağı ruhun açlığını gidermiyor. Çünkü bolluk ‘bereket’ değil. Tatmin de ‘şükür’ değil. Almak da ‘kanaat’ değil. Sabrın, şükrün, bereketin, kanaatin olmadığı yerde huzur olur mu? Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanların durumu, içler acısıdır. Yalnızlık sızısını dindirmek için (yasaklara rağmen) alışveriş merkezlerinde geziniyor. Müslümanlar son dönemde ‘emin’ vasıflarını da kaybettiler. Hadis-i Şerif’teki gibi Müslüman, elinden dilinden kimseye zarar gelmeyen insandır. Bu emin vasfımızı giderek ve hızla kaybediyoruz. İmanla amel arasındaki irtibat koptu. İçinde yaşadığımız sosyal hayat, iman-amel bağını kesti. Müslümanın şuurunda, zihin dünyasında sapma yaşanıyor, kendi akidelerine bağlı amellerde bulunmak giderek zorlaştırılıyor. Böyle bir süreçten geçiyoruz. Müslümanları dünyaya Müslümanca bakamaz halden kurtaramıyoruz. Bulaşıcı hastalık gibi hızla yayılıyor. Biz fark etmiyoruz bile. Günümüze hâkim özgürlük anlayışı da problemli. Verilen özgürlük daha çok insanın nefsi tarafını serbest kılan ona öncelik veren bir özgürlük. Farkında olalım veya olmayalım günümüzün dünyasında haramlar yaklaştırılıp helaller uzaklaştırılıyor. Böyle bir durumda Müslümanların değerlerinin, içi boşaltılıyor. Bundan dolayı her şey anlamını yitiriyor. Günümüzde, yazının ve sözün ağırlıkta olmadığı ama her şeyi görüntünün belirlediği bir kültürün dünyasındayız. Âdeta her şey görüntüye indirgenmiş, muhtevası ihmal edilmiş, önemsizleştirilmiştir ve insanları ilgilendirmemekte. Tam bir ‘dijital işgal!’ Daha çok sözde, dış görünüşte, şekilde kendini gösteren, muhteva olarak giderek fakirleşen bir dindarlık! Sekülerizme, putperestliğe götüren/götürülen bir yapı. Dindar insan ‘hak yemez, yalan söylemez, rüşvet almaz, faiz yemez; hayvana, ormana, havaya, suya başka nazarla bakar. Sorumluluklarının farkındadır’ diyemiyoruz kolay kolay. Sistem, ne pahasına olursa olsun kazanmak uğruna insanına değerlerini, kutsallarını vermemiş. Bize düşen, hayatın her safhasında vahiyden ve sünnetten beslenmek! Her seviyeye hitap eden yeni bir yüz ve söylemle, gençlerimizi kurtarmak! Nihilizme, paganizme, karşı hayatın manası ve boşa yaratılmadığımızı, tevazu ve haddini bilme, sömürü ve zulme karşı; adalet ve dayanışma, sınırsız büyüme ve sınırsız tüketime (israfa) karşı, paylaşım (infak) cinsel sapkınlığa karşı, aile ve sadakat, her türlü çözülmeye karşı ahlakın ikamesi şart. Evrensel dinin (İslâm’ın) ölümsüz değerlerini insanlığa sunmamız gerekiyor. Rabbimizden niyaz ve iltica ile: “Rabbim! Çürümeye yol açan şu topluma karşı bize yardım et! Bizi zalimlerle (Cehenneme giren kimselerle) birlikte olmaktan muhafaza buyur. Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı affedip bağışla. Hak yolunda ayaklarımızı sabit kıl. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et. Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize katından bir rahmet bahşet.

Yaşar Değirmenci

Akit TV köşe yazarı