BIST9.693,46%1,77
USD32.5355%0.02
EURO34,7190%0.09
ALTIN2.499,53%0.61

Sultan Abdülhamid’e uzanan diller nasıl pişman oldu?

Mustafa Armağan

Abone OlGoogle News
01 Mayıs 2022 08:01

Sultan Abdülhamid tarih karşısında “acımasızca” haklı çıkmış bir lider. Ne yaparlarsa yapsınlar bu yarım asırlık yalan dağının altından alnının akıyla çıkmayı başaran Ulu Hakan’ı gözden düşüremeyecekler. Düşürebilselerdi zaten vaktiyle ellerinde muazzam fırsatlar varken başarırlardı ama başaramadılar; bundan sonra da başaramayacaklarına adım gibi eminim.

Neden?

Çünkü hem kendi zamanında Mısır’da, Paris’te, Cenevre’de şurada burada yuvalanan ve dışarıdan desteklendiği açık olan muhalif Jön Türklerin alçakça iftiraları milleti etkiler, hem de neredeyse yarım asır aksi söylenemeyecek (yasak) yalan iddiaları ders kitaplarında okutmaları üzerine bu millette bir Abdülhamid düşmanlığı filizlenmesi gerekirdi ama olmadı, tutmadı, devşirilmiş aydınlar güruhu haricinde bu millet bu yalanlara, iftiralara asla pabuç bırakmadı.

Halk, irfanıyla kimin dost kimin düşman olduğunu bildi ve vefat ettiği tarihte neredeyse 10 yıldır tahtta olmamasına ve önce Selanik’te, sonra Beylerbeyi Sarayının bir odasında hapis hayatı yaşatılmasına rağmen onu unutmadı, saygı ve sevgisini kaybetmedi. Öyle ki vefa ettiği haberi duyulur duyulmaz halk yollara düşmüş, cenaze güzergahındaki evlerdin penceresinden ağlayan kadınlar “Bizi bırakıp da nerelere gidiyorsun Sultanım” diye feryatlar salmışlardı Dersaadet’in giderek kararan afakına.

Ah, bu ne sevgiydi böyle. Sen 10 yıl boyunca akla zarar iftiraları peynir ekmek gibi piyasaya sür, onu okul kitaplarında 9 yaşındaki çocuklara “zalim, gaddar, despot” diye öğret, ama halkın göğsünde yaşattığı sevgiyi yok edeme. İşte bu ülkeye hakkıyla hizmet edenlerin milletimiz tarafından unutulmadığını ve unutulmayacağının en çarpıcı misali…

10 Şubat 1918 günü büyük Sultan ahirete irtihal ederken savaşın ağır yaralarının halkın vicdanında açtığı gedikler giderek büyüyor ve her geçen gün cephelerden gelen kayıp haberleri, açlık, sefalet ve yokluk dalgaları azgın dalgalar gibi kabardıkça kabarıyordu. İşte tam böyle bir ortamda vefat haberi gelmişti Sultanın.

Ve o gün bir şairin ciğerinden kopup satırına düşen şu mısralar bir devrin ibret aynası gibi gözümüzü kamaştırmaktadır:

Sen değil, nâşın hükümdar olsa elyâkdır bize

Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus.

Yani şunu diyordu bağrı yanık şair:

Sen fazla gelirsin, şu tabutunu hükümdar yapıp tabutunu tahta çıkaralım. Senin tabutun bile şu İttihatçılardan daha iyi yönetir devleti.

Mıh gibi söz derler ya tam öyle.

O dağılan tesbihin imamesiydi

Sultan Abdülhamid döneminde gerçekleştirilen ve bir kısmı da tasarlanmış olan büyük projeler, karanlık mahfilleri Hasta Adam’ın yeniden ayağa kalkacağı endişelerine salmıştı çoktan. Bu sebepledir ki, bundan 109 yıl önce 31 Mart komplosuyla gayri meşru bir şekilde zorla tahtından indirilecek ve Selanik’te bir Yahudi tüccarın (neden Yahudinin, anlayın!) köşküne kapatıldıktan sadece dokuz buçuk yıl sonra Osmanlı Devleti ismi var, cismi yok bir hal alacaktı!

Düşünün:

Tam 33 yıllık destanî direniş ve diriliş mücadelesi nerede, sadece dokuz buçuk yılda imamesi kopmuş bir tesbih gibi dağılıveren koca Devlet-i Aliyye nerede?

Bu ne görkemli ve ibretamiz bir denklemdir ki, Sultan’ın hayaleti hâlâ birilerinin rüyalarına girip yataklarından fırlatabiliyor ve ona hakaret ve küfür etmeyi ‘dinlerinin’ gereği sayabiliyorlar. Buna mukabil o mazlum sureti, bu mübarek halkın hasretini çektiği Büyük Türkiye rüyalarımızdan elini eteğini çekmemekte kararlı görünüyor.

Hem çekmesin de zaten.

Onun varlığına, 2023-2053-2071 güzergâhlı yeni yol haritamızı belirlerken, tıpkı yedi asır önce önüne düştüğü Emir Sultan hazretlerini ta Buhara’dan Bursa’ya getiren ve orada sönen üç kandil gibi her daim ihtiyacımız olacaktır.

Şifre çözülmüştür

Malum e-muhtıranın tam da Sultan’ın tahttan indirildiği gün olan 27 Nisan 2007’de, hatta tam onun Sirkeci’den trene bindirilip İstanbul’dan çıkarıldığı saatlerde verilmesini tesadüfe bağlıyorsanız eğer, “Sultan Abdülhamid şifresi”ni çözmeye dahi başlamamışsınız demektir.

Bilseniz o girift şifreyi çözebilmek için bu millet onyıllardır sabır çeliğine nice kanlı darbenin tokmağı altında ezilme pahasına ne sular vermek ve Sultan Abdülhamid’den Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilmeklenebilmek uğruna hangi ateş çemberlerinden yanıklar içinde kalma pahasına kaç defa atlamak zorunda kaldı.

Oysa Ulu Hakan bir asır önce âb-ı hayat formülümüzü bulmuştu:

Biz hasta değiliz. Yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Yapmamız gereken, nehrin dağılmış kollarını tekrar yatağında toplamaktır. Bizi zinde tutacak yegâne kuvvet, İslamiyettir.

Aranan kan bulunmuştur. Onu bizden ısrarla uzak tutmak için kiralanmış parazitlerin temizlenmesindedir sıra. O da olacaktır inşaallah.

Ne hak, ne adalet,

ne de acıma kaldı

Türkiye’de tarih davasının yılmaz mücahitlerinden Tahsin Demiray 70 yıl kadar önce teşhisi koyan talihli kalemlerden biriydi. Şöyle yazmıştı dürüstçe:

“Meşrutiyet, bulutlarla kaplı bir gökte güneşin bir an belirip kaybolması kadar bir ışık ve ümit oldu. Ardından haşarat memleketi bastı; müstebid bir iken bin oldu. Parlak çizmeli hoyrat insanlar son Anadolu köylülerini ateş hatlarına sürerek milyonlarcasını harcadılar. Otuz kırk yılda milletin damarlarında damla damla toplanmış olan kan oluk oluk aktı ve memleket baştan başa inleyen insanlarla doldu; ne hak; ne adalet, ne de acımak kaldı. Kahraman bir milletin çocukları dayak, kötek altında sünepe ve yılgın bir hale getirildi. 1918’in manzarası budur. (Tahsin Demiray, Küçük İşaret Taşları, İstanbul 1955, s. 46.)

Kör ölür, badem gözlü olur

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilme alçaklığından sonra memleket uçurumlardan uçurumlara fırlatılırken vaktiyle Sultana etmediği küfür kalmayan Süleyman Nazif gibiler birbiri ardınca pişmanlık şiirleri döktüreceklerdir amma ne çare. Mesela:

Pâdişâhım gelmemişken yâda biz,

İşte geldik senden istimdada biz,

Öldürürler başlasak feryada biz,

Hasret olduk eski istibdada biz.

Dembedem coşmakta fakr u ihtiyaç,

Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç,

Memleket matemde, öksüz taht u taç,

Hasret olduk devr-i istibdada biz.

Manası:

Pâdişâhım seni anmaya dahi gelmemişken

Şimdi senden yardım istemeye geldik

Bunlar feryat edeni dahi öldürüyor

Hasret olduk senin istibdadına.

Her an coşmakta fakirlik ve ihtiyaç

Her ocak sönüp susmuş, millet aç

Ülke matemde, öksüz taht ve taç

Hasret olduk senin istibdat devrine.

Mustafa Armağan

Akit TV köşe yazarı