BIST9.679,60%0,36
USD32.5176%-0.11
EURO34,7800%-0.26
ALTIN2.421,85%-0.34

İlk fetih, kendimizle başlar

Mustafa Armağan

Abone OlGoogle News
14 Ağustos 2022 09:17

Birbirine çok yakın gibi görünen şu iki soruyu peş peşe sorarak başlayalım:

Sen NEDEN kör edildin?

Neden SEN kör edildin?

Aynıymış gibi görünen bu iki soru arasındaki hayatî farkı sohbetimizin sonunda umarım açıklayabilirim. Lakin önce şu “körlük” meselesi üzerinde biraz durmamız gerekir. Zira görmeyenlerin yalnız körler olmadığı pek bilinmez.

Sanat tarihçisi Ernest Gombrich’in “Çıplak göz kördür” diye bir sözü vardır. Herhangi bir teknik, bilim ya da sanat dalında kişilerin bakış açıları donanımlarına, zekâ seviyelerine veya yetişme tarzlarına göre farklılık arz eder. Örneğin mimari bir esere bakarken Mimar Sinan’ın veya İspanya’nın dâhisi Gaudi’nin delici nazarlarla temaşa ettikleri ile bizim görebildiklerimiz arasında dağlar kadar fark vardır. Biz eğitilmemiş faniler eserinde sanatçılar ile aynı şeyleri görmeyiz aslında. Biz kamera gibi donuk bakarız, onların gözlerinden şua fışkırır.

Peki gözümüzü nasıl eğitecek, nasıl açacak, gerçek manada nasıl görür hale getireceğiz?

Ne yazık ki, körlük sadece sanat sahasında kalmayıp kültür ve tarihi de kapsamına alan yaygın bir arıza olarak karşımıza çıkmakta. Bu körlüğün resmi ideoloji tarafından çeşitli derecelerde empoze edildiğini, ısrarla yaşatıldığını, hatta yaşanmasının istenildiğini, hatta ve hatta körlüğün düpedüz teşvik edildiğini esefle gözlemleyenlerden biriyim.

Belgeler yayınlıyorum burada, inanmayan yine de dönüp bakmıyor, görse de kabul etmiyor. Görmüyor değil, görmek istemiyor. Çünkü görse zihin konforu bozulacak, her şeyi yeni baştan tesis etmesi gerekecek, bitti diye kendini rahatlattığı oyun düdüğü yeniden çalacak. Görmek istemeyenden daha kör kim vardır?

Bu kavgada kendi payıma ne düşüyor? diye düşünüyorum. Cevabım şu: “Acaba bir ferdin daha körlüğüne son verebilir miyim?”, “Bir gözü daha ameliyatla açabilir miyim?” endişesi bu satırları yazmamdaki ana sâiktir vesselam.

İlk fetih kendimizle başlar

Tabii hep şikâyet etmeyecek, birilerini suçlamayacağız ama uyanabilmemiz için neler yapabiliyorsak düşünmemiz ve çoluk çocuğumuza, etrafımıza hakikatleri anlatmamız, bunun için de işin hakikatini öğrenmeye talip olmamız gerek. Bu körlüğü ameliyat edip gözümüzü açtıracak şekilde çalışmak boynumuzun borcu olmalı. Unutmayalım ki topu başkalarına atmakla işin içinden çıkamayız. Özgüvenimizi yıktılar. Batı karşısında hayranlık duyan bir kitle vücuda getirmek için ellerinden geleni yaptılar. Bu yüzden öncelikle özgüvenimizi yeniden kazanmak zorundayız.

Burada Mevlâna Hazretleri’nin, Baycu Noyan komutasındaki Moğol istilasına karşı paniğe kapılan Konya ahalisini teskin için söylediği ve Sevâkıb-ı Menâkıb adlı derleme eserinde geçen bir sözünü paylaşmak istiyorum: “Bu şehrin surları, burçları taştan ve topraktan yapılmamıştır. Allah erlerinin himmetinden yapılmıştır” diyor. Bakış açısındaki derinliği fark ediyor muyuz? O sırada kuşatmayı kaldırmak için şehirde illa ki bir yeri yıkmayı kafasına koyan Baycu Noyan’ın bu tavrı kendisine haber verilince Mevlana hazretleri aynen şöyle cevap veriyor: “Olsun, taş, toprak yerine gelir. Buradaki merdan-ı İlahi ruhu uçurulmadıkça kimse buraya hâkim olamaz.”

Sözün özü, ‘yıkılan taş, toprak yeniden yapılır. Allah erlerinin himmeti bu topraklarda yok edilmedikçe kimse buraya zarar veremez’ diyor. Asıl tehlike o manevî burçların yıkılmasındadır demeye getiriyor Hazret-i Pîr. Müthiş tabii…

Kıymetli Anadolu’muzu ve milletimizin geleceğini, aslında özümüzü koruyabilmek adına önce tarihe karşı gözlerimizi açmalıyız. “Merdan-ı İlahi himmeti”nden mahrum kalmamak için de bir kademe ilerisi olan kalp gözümüzün açılması temin edilmelidir ki, o gönül tiryaklerini, kısaca evliyaullahı incelememiz, özümsememiz ve şahsımıza mâl etmemiz lazım geliyor. Bunun için Konyalı Hacı Veyiszade hazretlerinden daha yakın ve daha beliğ bir “rol model” bulmak da kolay değildir. Öyleyse bir Fatiha-i Şerife okuyup yolumuza üfürerek fütuhatımıza girişelim.

Unutmayın: İlk fetih, kendimizle başlar.

Uyanacağız, başka çare yok

Yok matbaa ülkemize din adamları karşı çıktığı için geç geldi…

Yok rasathane meleklerin bacaklarını seyredecekler diye yıktırıldı…

Yok Osmanlı müderrisleri bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu bilmiyorlardı…

Daha ne herzeler öğretiliyor çocuklara. Birine nasıl kırk kere aptal deyince aptal olduğuna inanmaya başlarsa bizim çocuklarımız da böyle böyle önce övünülecek cinsten bir ataları olmadığına inanıyor, ardından da onlardan nefret etmeye başlıyor.

Peki bundan kurtuluşumuz, yani aydınlanmamız nasıl başlayacak?

Malcolm X’in dediği gibi “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter.” Evet, bin kişi bir araya gelse bir kişiyi zorla uyutamaz ama bir kişi bin uyuyanı uyandırabilir. Onun için hepimizin hakikate giden yolda bilgiyle mücehhez olarak doğruyu, sadece doğruyu araştırması ve bu bilinçle yetiştirilmesi gerekir. Başka türlü bu lanet çemberini yaramayacağız çünkü.

Mustafa Karahasanoğlu Bey’e rahmetle

Hâfız-ı Şirazî’nin dediği gibi “insanoğlunun hayatı öyle bir bestedir ki, ancak arkasından çalındığı zaman o insan hakikaten yaşamış sayılır.” Ecel elbette bir gün hepimizin kapısını çalacak. Ona hiç şüphe yok. Lakin mühim olan, nasıl bir hayat sürdüğünüzdür; yürüyenlerden mi yoksa sürünenlerden mi olduğunuz daha doğrusu. Arkanızda dinlenilmeye değer besteler, melodiler, hiç değilse tınılar bırakmak yani. Zira Hâfız elini kulağına götürerek hakikat kulesinden seslenir: “Ey zaman! Bilirim ki sen mermeri de eğer ve oyarsın. Senin yıpratamadığın şey, sadece fikir istihkâmına çekilmiş insan kalbidir.”

Dün saat 02’de ebedî âleme irtihal ederek son yıllardaki “yaprak dökümü”ne katılan dava adamı Mustafa Karahasanoğlu Bey mücadelesi ve eseriyle arkasından dinlemeye doyulmayacak besteler bırakabilen, dahası, zamanın akışına teslim olmayacak bir fikir istihkâmını inşa etmiş nadir kullardandı. Cuma dergisiyle başlayan dava yayıncılığı serüvenini en çetin imtihanlarından birini 28 Şubat döneminde veren Akit/ Vakit/Yeni Akit gazetesi çizgisine ilaveten Akit TV gibi yiğit bir televizyon kanalıyla taçlandırmayı Allah ona, daha doğrusu davasına nasip etti. Sevgili Muharrem Coşkun’un kendisiyle yaptığı son TV programında hasta olduğu halde davamızda “samimi ve ısrarcı” olmak gerektiğini üzerine basa basa söylerken bir nevi başarısının sırrını da izah etmişti.

Mekânın cennet olsun Mustafa ağabey! Miras bıraktığın orkestra, güzel bestelerini daha nice vakitler icraya, inşa ettiğin fikir istihkâmında tavır sahibi kalpler çarpmaya devam edecek inşaallah.

Mustafa Armağan

Akit TV köşe yazarı