BIST9.722,09%0,80
USD32.5372%-0.05
EURO34,8060%-0.16
ALTIN2.431,21%0.05

Yunan Kralı Ege’nin ismi neden bizim denizimize verildi?

Mustafa Armağan

Abone OlGoogle News
26 Haziran 2022 12:21

Türkiye’nin 1931-32 yılları dil ve tarihe dair çalışmaların iyiden iyiye yoğunlaştığı yıllardır. Türk dil ve tarih tezleri bu yıllarda geliştirilip olgunlaştırılacaktır. Ancak aynı derecede önemli olan coğrafya çalışmaları için nedense bir 10 yıl daha beklemek gerekecektir.

İlk Coğrafya Kongresi’nin 1941 yılında Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği döneminde gerçekleştirilebilmiş olması, coğrafyanın, daha doğrusu “vatan” kavramının şekillenmesinin Cumhuriyet yöneticilerinin zihinlerinde biraz zaman aldığını, bazı tereddütler ve bocalamalar yaşadıklarını gösteriyor. Kongrenin Hatay’ın anavatana ilhakından iki yıl sonra yapılmış olması da ilginçtir. O güne kadar ihmal edilen ve şimdilerde yeniden tartışılan Türkiye’nin coğrafî bölgelere ayrılması meselesi de, Birinci Coğrafya Kongresi’nin ana gündem maddeleri arasında yer almıştır (ikincisi düzenlenmediği için tek kaldı).

Coğrafya Kongresi’nde İbrahim Akyol, Besim Darkot, Herbert Louis ve Hamit Sadi Selen adlı profesörlerin teklifiyle Türkiye 7 coğrafi bölgeye ayrılmıştır. Buna göre denizlere doğru açılan cepheler komşu denizlere göre, iç kısımlar ise Anadolu’nun yönlerine göre adlandırılacaktır. Bir başka deyişle bölümlendirmede fizikî coğrafya esas alınmıştır.

Daha önce Faik Sabri Duran’ın 1938 tarihli ders kitabındaki bölümlendirmesinde bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Şark Yaylası”, Orta Anadolu’nun ise “Merkez Yaylası”, bizim bugün Ege Bölgesi dediğimiz yerin “Adalar Denizi Bölgesi” olarak adlandırılması gibi aykırı örneklere rastlanıyor, coğrafyacılar arasında bir türlü fikir birliği kurulamıyordu. İlk defa 1941 Coğrafya Kongresi’ndedir ki, bugün bildiğimiz coğrafi bölgelerin sınır ve isimlerinin belirlendiğini görebiliyoruz. (Geniş bilgi için bkz. Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İstanbul, 2011, İletişim Yayınları)

Ne var ki bugün kullandığımız coğrafî bölgelerin sınırlarının çizilmesine itiraz eden uzmanların bulunduğunu da unutmamak lazım. Mesela Cevad Gürsoy adlı coğrafya doktoru (sonra profesör olmuş; ölümü: 1986), 1957 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi’ne yazdığı bir makalede, Karadeniz Bölgesi ile Doğu Anadolu bölgeleri arasındaki sınırın yanlış çizildiğini iddia etmiş, Orta ve Batı Karadeniz sınırlarının da hatalı çizildiğini savunmuştur. Ayrıca Akdeniz ile Güneydoğu Anadolu’yu ayıran sınırın hatalı olduğunu, bu sınırın Fırat nehrine kadar uzatılmasının uygun olduğunu, bu nedenle Gaziantep platosunun da Akdeniz bölgesine dahil edilmesi gerektiğini savunmuştur.

Biraz da çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim için ilgimi çeken Gaziantep hakkında söylediklerini sizinle paylaşmak istiyorum Prof. Gürsoy’un:

“Beşeri ve iktisadi coğrafya bakımından Gaziantep ve çevresi, Akdeniz mıntıkasıyla ve özellikle Adana bölgesiyle yakından alakadardır. Adana ve Hatay çevrelerinin, Türkiye ortalamasının üstünde yoğunluk gösteren sık nüfuslu sahası, oldukça kütlevî bir vaziyette Fırat’a doğru uzanmaktadır. Gaziantep çevresi, Gâvur Dağı’nın kuzeydoğuya doğru devam eden yoğunluk sahasıyla irtibat halindedir. Bundan başka Gaziantep platosu, Fırat’ın doğusundaki sahalara nazaran bol yağışlarıyla Akdeniz mıntıkasına daha fazla yakınlık göstermektedir.” (Cevad R. Gürsoy, “Türkiye’nin coğrafi taksimatında yapılması icabeden bazı tashihler”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 1-3, 1957, s. 219-239.)

Hakikaten de Gaziantep bugün neden Güneydoğu Anadolu bölgesindedir? Bunun fizikî coğrafya açısından tatminkâr bir açıklaması yoktur. Zira Akdeniz iklim yapısı Fırat’a kadar devam etmektedir.

Oysa bu mesele, Osmanlı döneminde “Cezire-i Ulyâ” denilerek ve Fırat’a kadarki bölge Akdeniz bölgesi içine alınarak çoktan halledilmiş bulunuyordu. Yani bu noktada Osmanlı’yı taklit etsek mesele kalmayacaktı. Ancak bu değişikliğin yapılmasında akla gelen ilk ihtimal, Cumhuriyet’i kuranların yalnız fizikî değil, beşerî ve ırkî esaslı bir coğrafi bölümlendirme yaptıkları şeklindedir. Muhtemelen Gaziantep’teki az da olsa mevcut Kürt ve Arap nüfusu, bu şehri Akdeniz’de değil, Güneydoğu Anadolu bölgesinde görmemizin esas sebebini teşkil etmektedir.

Buna, aynı kongreden sonra neredeyse norm haline gelen Ege Denizi ve Ege Bölgesi terimlerini de ilave edebiliriz. Bu iki isimden sonra yaygınlaşan “Ege”yi artık çocuklarda isim olarak görmek şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır.

Ege Bölgesi tabirinin değil Adalar Denizi bölgesi tabirinin kullanıldığı 1938 tarihli Coğrafya ders kitabının kapağı.
1941 yılı öncesinde ders kitapları ve yayınlarında Ege Denizi yerine Adalar Denizi ve Ege Bölgesi yerine Garbi (Batı) Anadolu Bölgesi terimi kullanılıyordu.

Aklım Ege’de kaldı

Peki Ege kelimesi nereden gelmektedir?

Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar adlı sözlüğüne bakılırsa Ege Denizi’nin ilkçağ Helenleri (Yunanları) tarafından kullanılan adıymış (Aigaion Pelagos). Bu ad nereden geliyormuş? diye bakınca da “Ege Denizi adına köken ve açıklama getirilmek için uydurulmuş destan kişisi Aigeus’un adı” (1) çıkıyor karşımıza. O zaman merak katsayımız artıyor ister istemez: Bu ismi var cismi yok, düpedüz uydurma adamın ismini mi kullanıyoruz bir coğrafî bölgemizde?

Peki kimmiş bu Ege, nam-ı diğer Aigeus? Onun cevabını da bir Mitoloji Sözlüğü’nün sayfaları arasında buluyoruz:

Atina Kralı Pandion’un oğluymuş. Oğlu Theseus bir canavarı yenmek için Girit’e gider. Zaferle dönerse beyaz yelken çekecektir. Babası kıyıda beklemektedir ama beyaz yelken çekmeyi unutur. Siyah yelkenle dönünce bizim Ege de kendini denize atarak intihar eder. Bu sebeple onun intihar ettiği denize Ege ismi verilmiştir (Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü)

Yani?

Yanisi şu ki, bizim Piri Reis’in haritalarından beri bildiğimiz Adalar Denizi ismini Yunan uydurmalarından bir efsanede geçen Krala Aigeus’un ismine feda etmişiz.

Ne işimiz var bizim Yunanların uydurduğu Kralın ismiyle? Bu Yunan Kralının ismini neden hem taş gibi Türkçe olan Adalar Denizi isminin yerine hem Batı Anadolu bölgesinin yerine hem de çocuklarımıza veriyoruz? Bu kötülüğü bize layık gören 1941 Coğrafya Kongresi devrindeki Yunan hayranlığını reddediyor ve atalarımızın koyduğu isme geri dönelim diyoruz. Çok şey mi istiyoruz yoksa?

Bir zamanlar ‘Haritalar nasıl yalan söyler?’ diye sormuştum. Sezgi Durgun’un sözünü ettiğim zihin açıcı kitabını okuduktan sonra artık ‘Coğrafyacılar nasıl yalan söyler?’ diye sormamız gerektiğini düşünüyorum.

(1) Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar¸ İstanbul, 1993, İnkılâp Kitabevi, s. 29-30.

Mustafa Armağan

Akit TV köşe yazarı