BIST9.716,77%-0,05
USD32.5628%0.08
EURO34,9463%-0.08
ALTIN2.440,05%0.16

Düşüyor diye yaprak dalına küser mi?

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
26 Ekim 2021 10:11

Savaşlardan çıkan ve tarumar halde bırakılan ülke ekonomisini ayakta tutabilmek için ihtiyaç olarak doğan “devletçilik” ilkesi sayesinde T.C. devleti; “devlet eli” yle ticaretin / ekonominin ve kalkınmanın bir numaralı figüranı olmak ve belli bir sürede de bunu sürdürmek zorunda kalmıştı. Ekonomiyi devletleştiren bu anlayış zamanla özel sektörle yarışa dönüşmüş, bazen de tatsız bir rekabet halini almış ve ilerleyen süreçlerde de birçok köklü / adı sanıyla markalaşmış kuruluş devletin sırtındaki kamburlar haline getirilmiş, böylelikle “özelleştirme” denilen fitil de ateşlenmişti.

Devletin ticarete / üretime bağlı olmayan – tamamen “hizmet” esasına dayalı olarak faaliyet gösteren resmî kurumları haricinde “özelleştirme” ye sebebiyet veren birçok ticarî işletme, iktidarlar yüzünden ne kadar zarar ettirildi ya da bu zararlar karşısında kimler maddi / manevi cezalara çarptırıldı, bedavaya yakın “özelleştirme” ye kurban verilen kuruluşların yok pahasına satılmasına kim ya da kimler sebep oldu, “Yüce Divan” mahkemeleri bir elin parmak sayısını geçemeyecek kadar kimleri suçlayıp kimleri akladı. Bu ve buna benzer serzeniş ve şikayetlere hemen hemen her iktidar döneminde şahit olduk ve sonuçları üzerinden “tüysüz yetimin hakları” ndan bahsettik. Sonuçta ne mi oldu; “Evli evine, köylü köyüne!...”

Devlet geleneğinden gelen, uğrunda şehit / gazi olmayı bilip can verip can alan ve onu yücelten bir millet olarak aynı zamanda da “memur olma” hastalığımız var. Bu; belki manevi bir ağırlığın sonucu olarak “sorumluluk” yüklenmekten, belki özel sektörden doğan / doğabilecek olan sıkıntılardan dolayı “devlet kapısı” nı garanti olarak görmekten, belki çalışma gün sayıları ile saatlerinin daha az olmasından ve “tatil fazlalığı” ndan kaynaklansa da işin esasında doğru olması gereken husus; “ehliyet” – “liyakat” ve “sadakat” ilkelerinden geçmektedir. Pekâlâ, iktidarlar ya da devletin devamını sağlayan diğer resmî unsurlar bu ilkelere yeteri derecede ehemmiyet gösterdi mi ya da gösteriyor mu?

Adı – sanı – aldığı oy miktarı – ideoloji ya da davası ne olursa olsun her siyasî parti, iktidara gelebilmek ve bu uğurda kullanabilmek için mutlak surette devlete ait olan resmî kurum ve ticarî işletmeleri; kadro yığınları, oy depoları ve hükümranlık sahaları haline getirir ve böylelikle bahsetmiş olduğumuz ilkeler de “laf edebiyatı” için argüman olur. Devlette görev alacak – görevlendirilecek insanlar da referans alacağınız değer; parti üyeliği – cemaat ve mezhep yandaşlığı değil, ehliyet – liyakat ve sadakatten başka bir şey olmamalıdır.

Siyasi parti, cemaat, tarikat ve mezhep referanslarından ziyade bizim için önemli ve hiçbir şeyle yarıştırılamayacak olan “vatan” ve “devlet” tir. Eğer vatanınız ve onun üzerinde kurulu olan bir devletiniz yoksa, parti – cemaat – tarikat ve mezhebinizin olması da bir anlam ifade etmez, etmeyecektir. Tüm manevi değerlerinizi özgürce yaşayabileceğiniz bir devletiniz ve onu çepeçevre saran bir vatanınız yoksa; inançlarınızın olması da sadece içinizde hapsedilen duygular olmaktan öteye gidemez. Bunu görmek ya da tecrübe etmek isteyenler, dünya üzerindeki “vatansızlar” a baksın ve yurt dışında yaşayan insanlarımızın hayat hikâyelerini dinlesinler. O zaman vatan ve devletin ne olduğunu, sadece memur olabilmek için harcanan eforun, zorlanan kapıların beyhude bir çaba harcamaktan başka bir şey olmadığını da daha iyi anlamış olurlar.

Sizce bu kadar serzeniş ve şikayetleri neden söylüyor, yazıyor ve bir yerlere mesaj vermeye çalışıyoruz ya da atalarımızın dediği gibi bu işi “bayram değil, seyran değil, eniştem beni neden öptü” ye dönüştürdük?!..

Her ne olursa olsun girilen tarikat - cemaat – mezhep vb. dini gruplar, sosyal sorumluluk gerektiren ve gönüllülük esasına dayandırılan vakıf ve dernekler, peşinden koşulan siyasî hareket ya da bir adım sonraki üye olunan partiler ve taraftarı olduğunuz spor (bilhassa futbol) kulüplerine bağlılık yolunda ilerleme kaydedenler; şeksiz / şüphesiz ve körü körüne itaatle hareket etmezler, etmemeleri gerekir. Ancak bu, belli bir bilgi birikimi – tecrübe ve bir adım ötesinde belagat / feragat duygularına sahip olmayı gerektirir. Bu duygu ve yaşanmışlıklar sizlerde yoksa sürekli şikâyet eder, muhalif davranır, alternatiflerini arar ve gemiyi terk etmeye başlarsınız. İşte bu; en kolay ve en az hasarla atlatılan bir metottur. Biz bunu tasvip etmesek, onurumuza – gururumuza yediremesek de ne yazık ki son 30 yılımız bu tür örneklerle doludur.

Son 30 yılda; Parçalanmayan siyasete, bölük – pörçük olmayan cemaat / mezhep ve tarikatlara, şike – transfer hileleri vb. kurnazlıkların anılmadığı spor kulüplerine, memur olamıyor ya da istediği ihaleyi alamıyor diye partisine küsen siyasilere, bakan – başkan – milletvekili yapılmadı ve parti üst makamlarına getirilmedi diye ayrılmayan partililere ve sonrasında da parti kuran dava erlerine (!) ve bunlar gibi sayısız örneklere rastlamadık mı, halen daha rastlamıyor muyuz?!.. İçinizden gelen “evet” sesleri ile “keşke olmasa” temennilerini duyar gibiyim!..

Gemi bir anlık su alıyor diye ilk önce gemiyi terk eden korkak kaptan ne ise şahsî heva, istek ve ihtiyaçları karşılanmıyor diye bağlı olduğu grup ne olursa olsun onları terk edenler; aslında hiçbir zaman onlardan olmamış, onlardan görünüp sadece “olmuş” gibi davranmışlardır. Bu tipler; ikiyüzlü, riyakâr ve mevki / makam hastalığına kapılmış müptezel insanlardır. Kırılmak – küsmek – kızmak ve olayları şahsileştirmek; gittiğiniz yol / sürdüğünüz davanın eri ve mücadeleci bir ruha sahip olmadığınızı gösterir ve böyleleriyle de asla yola çıkılmaz, çıkılmayacaktır.

Netice itibariyle;

Düşüyor diye yaprağın dalına küstüğünü görmedik!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı