BIST9.457,41%-0,71
USD32.6002%0.22
EURO34,8093%0.36
ALTIN2.496,35%0.48

Devletin yeniden “kurumsal yapılanma” ya ihtiyacı vardır

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
18 Mayıs 2020 05:41

Yaklaşık 15 asırdır “baş” sız kalmayan ve yer yer bunu da “devlet olma” yla taçlandıran aziz Türk milleti; köklü bir devlet geleneğine / sadakatine sahiptir. Yabancı menşeli tüm bürokrat, asker ve diplomatların dilinde / kaleminde bu bağlılığın sayısız hikâyeleri anlatılır, örnekleri de resmedilir.

“Devlet” i, “insan” a benzetebiliriz; Kalbi “tepe - 1 numara” dediğimiz Cumhurbaşkanı ya da “Başkan”, beyni “kabine” diye de adlandırılan ve bakanlardan oluşan “hükümet”, diğer organlarını da bakanlıklara / cumhurbaşkanlığına (başkanlığa) bağlı kurumlar oluşturur ve bir vücut gibi çalışır. Kalp ve beyin olmadan vücut nasıl bir işe yaramıyorsa, diğer organlarda olmadan kalp ve beyin vücuttaki aksesuarlar olmadan öteye gidemez, işlevsiz kalır ve hepsi de birbirlerinin “tamamlayıcı unsurlar” ı olarak görev görürler. Bu yüzden olmalı ki büyüklerimiz sürekli olarak “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” gerçeğinden bahsedip dururlar.

Her ne kadar kemer sıkma politikalarıyla yüzleşmiş olsa, adaletsiz uygulamalarla karşılaşsa ve zulme uğrasa, torpil – adam kayırma – yolsuzluk – rüşvet çarklarının dönmesini görse, ehliyet – liyakat – sadakat unsurlarının bir tarafa bırakılıp sadece sırf cemaat / parti mensubu diye devlet kadrolarının bunlarla şişirilmesini bilse - şahit olsa da ya da hangi / ne şartlar altında olursa olsun bu aziz millet; sürekli olarak devletine bağlı olmuş, şeksiz / şüphesiz bir şekilde de canını dişine takarak bunun da mücadelesini vermekten de geri kalmamıştır. Öyle Kurtuluş Savaşı – Çanakkale Geçilmez’liğine yani fazla uzağa gitmeden 15 Temmuz’da yaşanılanlara bakmak yeterli olacaktır.

Hangi siyasi görüş, akademik unvanı ya da bürokrat – teknokrat kimliğine sahip ya da “sade vatandaş” olsa da bu milletin her bir ferdi, devletin hantal / iş göremez yapısından şikâyet edip, durur. İktidar olma hevesiyle yola çıkan siyasi partiler de bu yapıyı değiştireceklerinden dem vursa da kazandıklarında onlar da bu sistemin bir parçası olur ve çarkı daha işlemez / işlevsiz hâle getirir, kronik bir hal aldırırlar. Durum bu noktaya geldiğinde “biz zaten kangren olmuş bir enkazı devraldık!” der ve işin içinden sıyrılmaya kalkarlar. Tabii ki YERSENİZ!...

İnsanın olduğu yerde devlet olmak, bir “ihtiyaç” halini alsa bile aslında “zorunluluk” tur. Hele hele bu yerde Türk varsa ve o Türk de başsız kalamayacağına göre burada devletsizlikten bahsetmek; okyanusta yüzmekten beter bir durumdur, isteyen bu sularda boğulabilir, isteyense güneşlenebilir ama gölgelik ve kurtarıcı olarak Türk yoksa gerisi boştur. Ancak, gelenekleşmiş haliyle “baba” bilinmiş olan devlet de, evladına “üvey” muamelesinde bulunur ve onu görmezden gelirse bu sefer de o Türk, bütünden ayrılıp lime lime olur ya davulcuya ya da zurnacıya kaçar. Tarih, bu gerçeğin örnekleriyle doludur. Sebebi ne olursa olsun ya da bu yüzden dolayıdır ki Türkler; sayısız devlet kurmuş, bir o kadarını da yıkmış ve bunların bazılarını da bir şekilde günümüze kadar da getirmeyi bilmiştir. İşte bunlardan biri de aziz ve asil milletimizin Osmanlı’dan miras alarak büyük bir mücadele neticesinde kurduğu – cennet vatanımız – Türkiye’dir.

Türkiye; kurulduğu günlerde bir taraftan “Kurtuluş” ve “bağımsızlık” mücadelesi verirken diğer bir taraftan da “ekonomi” - “kalkınma” hamleleriyle uğraşmakta ve “devlet yapısı” nı da oluşturmaya çalışmaktaydı.Bu gün sayısız fabrika ve birçok kuruluşun temelleri o günlerde atılmıştı.Zor şartlardan imtihan edilerek geçen ve gün geçtikçe de “tek partili” hayattan “çok partili” hayata geçmeye ve bu dikenli yolları gül kokulu yollara çevirmeye, kısmen de başarılı olmaya ve beklentilerini “demokrasi” yle taçlandırmaya çalışan bu aziz milletin yaptıkları bile yeterli olmamış yer yer askerî darbe – ihtilal girişimleri – balans ayarları – E Muhtıra gibi anti demokratik kurallarla karşılaşmak zorunda kalmıştı. Başbakan ve iki bakanını bir hiç uğruna idam ederek öldüren devrin hantal / hain devlet yapısı ile 12 Eylül’ü bu millete yaşatan “bir sağdan – bir soldan öldürten” zihniyet, halen daha yaptıklarının hesabını vermemiş ve yetmemiş olmalı ki bu millete de 28 Şubat, 17 / 25 Aralık olayları, Gezi Kalkışması ve 17 Temmuz’u yaşatmıştır. Hesap sormaz ve ceremesini çektirmezseniz, bunları daha çok konuşup durursunuz; DERS ALMAK LAZIM, DERS!...

İşte geçmişte yaşanılanlardan “ders” çıkartma, hantallaşan devlet yapısını “kurumsal” hâle getirme ve iktidarlar değişse bile kalıcı devlet politikalarının değişmemesi ve “sistem” haline gelmesi adına alınacak bir dizi tedbiri – teklif olarak – sıralamaya gerek duyuyorum;

1 – Korona virüs (kovid – 19) salgınının “Pandemi” ilan edilmesiyle birlikte başlayan süreçte Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan “Bilim Kurulu” nun “başarılı” sonuçlara imza attığını gördükten sonra her bakanlık bünyesinde kendi uzmanlıklarıyla ilgili bu kurulların “alt” olarak kurulup görev yapması ve “üst” kurulların da Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulması gerekmektedir.

2 – Geçmişten gelen ve devlet bakanlıklarıyla birlikte sayısı kırkı geçen bakanlık sayılarının 16’ya düşürülmesiyle birlikte hantal olan / kadro yığılmalarıyla şişirilen “bakanlıklar” ın yeniden güncellenerek “kurumsal” yapıya kavuşturulması gerekir. Bu gerçekten hareket ederek bazen isimleri değiştirilse – birleştirilmiş olsa bile en son değişiklik KHK (Kanun Hükmündeki Kararname)’yle Temmuz 2018 in ilk haftalarında yapılmış ve yürürlüğe girmişti. Bu gerçekten de hareket ederek;

a – 1991’de ikinci kez ayrılan Orman Bakanlığı isim değiştirerek “Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı” na dönüştürülmüş, 2011 yılında da “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı” olarak kurulmuştu. 2018 yılında “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı” ile “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” birleştirilerek “Tarım ve Orman Bakanlığı” adıyla kurulmuş olan bu bakanlığın ismi tekrar 2011 yılındaki haline yani “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı” na dönüştürülmelidir. Pandemi hastalıklar, doğal afet, terör ve savaşlardan çıkartılacak sonuçlar ile yaşamış olduğumuz gıda stok sorunlarından sonra; Gıda, tarım ve hayvancılığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Bu bakanlığın bünyesinde bulunan “Tohum Enstitüsü” nün de güncel ihtiyaçlara cevap verebilecek hâle getirilmesi, hazine arazilerinin imara açılıp beton yığınlarına dönüştürülmesi değil gıda ve hayvancılığa uygun halde rehabilite edilmesi gerekir.

b – Tarım ve Orman Bakanlığı’ndaki “Orman” ibaresi alınıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki “Çevre” ibaresiyle birleştirilmeli ve bu “Çevre ve Orman Bakanlığı” şekline dönüştürülmelidir. Orman vasfını yitiren arazileri imara açmadan nasıl ağaçlandırılması ve bu yolla ormanlaştırılmasının gerektiği konularında ilgili tedbirlerin alınması, bilhassa büyükşehirlerde yapılan “millet bahçeleri” nin bakım, onarım ve işletilmesi de belediyelerden alınarak bakanlığa bağlanması / devredilmesi gerekir.

c – Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki “çevre” ibaresi Orman Bakanlığı’yla birleştirildiği için bu bakanlığı da “İmar ve Şehircilik Bakanlığı” şeklinde dönüştürmek gerekir. Ayrıca; çarpık şehirleşme, imar yolsuzlukları, rüşvet, iltimas, adam kayırma, görevi kötüye kullanma gibi olaylara ve sırf bu yüzden görevden almalara şahit olduğumuz belediyelerden imar – yapı ruhsatı – bina kullanma (iskân) ruhsatı gibi işlemlerin de alınıp bakanlığa devredilmesi gerekir. Böylelikle, çarpık kentleşmenin önüne geçebileceğiniz gibi imar haksızlıkları (mağdurluğu), yüksek harç ve haraç gibi yatırımın / yapılaşmanın önündeki engelleri de ortadan kaldırmış olur, aksi takdirde yüksek mimari ve çarpık kentleşmenin sıkıntılarından bahsedip durursunuz.

d – Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ismi - görev ve sorumlulukları yeniden düzenlenerek “Enerji, Maden ve Su İşleri Bakanlığı” na dönüştürülmelidir. Ülkemiz, üç tarafı suyla (denizle) çevrildiği için bir yarımada ülkesi olmakla beraber aynı zamanda da içerisinde Van ve Tuz gölü gibi birden fazla göl ve sayısız nehir – dere ve ırmaklarını barındırmaktadır. Bu su kaynaklarında yapılacak HES ve barajlardan elde edilecek “enerji” ile sulama kanal – kanalet ve göletlerin tarıma katacağı katma değer ile petrol ve doğalgaz arama çalışmaları / ülkemizin zengin yeraltı madenleriyle donatılmış halini düşündükçe bu bakanlığın değerinin kat kat artmış olduğunun farkına varmış olacağız. Maden çeşitlilik ve rezerv bakımından ne kadar da büyük bir zenginliğe sahip olduğumuzun ne zaman farkına varabilirsek, işte o zaman “gerçek büyüklük” ümüzü görmüş olacağız.

e – Kültür ve Turizm Bakanlığı; Tarih ve Kültür Bakanlığı ile Turizm Bakanlığı olacak şekilde ikiye ayrılmalıdır. Tarih ve kültür, devletlerin – milletlerin geçmişi ve geleceği için ayrılmaz etle / tırnak gibidir. Tarihi; Üniversitelerde “bölüm” açarak öğretebilirsiniz, ancak devletlerin karşısına çıkacak ve her biri ayrı bir sorun teşkil edecek olan “geçmiş sıkıntılar” la baş edebilmenizin yolu; Siyasi kurumlarla temsil edilmekten geçer, bu da “bakanlık” sayesinde olur. Turizm için de bu böyledir. Dört mevsimi bir arada yaşadığı, plaj – doğa – inanç – tarih - kültür vs turizm çeşitliliğiyle “Cennet” olan ülkemizin hali hazırda / tam oturmuş bir “turizm politikası” bile yoktur. Tanıtım, AR – GE, fuar gibi derdi olmayan bir ülkeyi sadece turistlerin referansı / anlatımıyla tanıtamazsınız.

3 – Türkiye; halkının % 98’inin “Müslüman” olduğu bir ülke olmakla beraber, “temsil” oranına istinaden yaşantı olarak ne yazık ki bu oranı yansıtamamaktadır. Buna “itikadî – imanî eksiklik” de diyebilir ya da farklı isimlerle de tanıtabilir ya da kurumsal anlamlardaki eksikliklerin giderilememesi de diyebilirsiniz, ancak sonuç değişmez. Diyanet İşleri Başkanlığı ile temsil edilen ve başkanlık çalışanları – müftü – imam / hatip ve müezzin gibi personelleriyle birlikte neredeyse bir “ordu” yu andıran, siyasetin emellerine alet olamayacak kadar yüce olan bu din; ne yazık ki hem itikadi ve hem de temsil edilme anlamında sahipsiz bırakılmıştır. Allah – ü Teâla (c.c.), dinini yetim – öksüz ve sahipsiz bırakmayacağı gibi kimsenin (bilhassa devlet idarelerinin) elinde pespaye ettirmeyecektir. Diyanet (din), devletin siyasetine bulaştırılamayacak kadar yüce, gündelik politikalara da alet edilemeyecek kadar da büyüktür. Bu yüzdendir ki, DİB’i; tüm inanç ve görüşlerin temsil edildiği, tarafgirliğin olmadığı, iktidar - cemaat ve tarikatların oyuncağı yapılmadığı, özerk bir kurum haline getirmek gerekir. Aksi takdirde – istemesek / tasvip etmesek de - çok daha 15 Temmuz’ları yaşar ve daha büyük yıkıcı sonuçlarıyla da karşılaşmış oluruz.

4 -Devlet kadrolarına “personel” alımı yapılırken cemaat – siyasi parti (iktidar parti ya da ittifak / koalisyon ortakları) referansı - yakınlaşması değil, ehliyet – liyakat – sadakat vasıfları aranılırdı, en azından biz öyle biliyorduk. KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı) gibi sınavlardan en yüksek notları alıp sonrasındaki sözlü (mülakat) sınavında – eleme bahanesi olarak - “eşekteki kıl sayıları” nı soracak kadar devletini seven (!) bürokratları - pardon – sınav kurulunu görmeye devam edersek, çok daha hantal devlet yapısından – cemaat / tarikat ve parti yandaşlığından bahsetmiş olacağız. Devlet kurumları, partilerin il / ilçe başkanlıkları – mezra / mahalle temsilcilikleri ve cemaat – tarikatların tekke ve dergâhları da değildir. Tersini yaparsanız devleti yüceleştirmiş olur yok şayet yanlışa inatla ısrar etmeye de devam ederseniz – yukarıda da dediğimiz gibi -çok daha 15 Temmuz’ları yaşar ve daha büyük yıkıcı sonuçlarıyla da karşılaşmış oluruz.

5 – 16 Nisan 2017 tarihinde düzenlenen referandumla kabul edilen başkanlık sistemiyle birlikte Parlamenter sistemden çıkıp 24 Haziran 2018’deki genel seçimle birlikte resmen “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ne döndük. Yıllardır üst perdeden dillendirilen ama icraata dökmeye sıra geldiğinde bir türlü “sistem değişikliği” ni gerçekleştiremeyip laf cambazlığından da öte götüremeyen / beceremeyen siyasiler, ne zaman ki “başkanlık” sistemine geçildi, işte her biri etekten tutuşmuşa döndü. Sistem ve bu vatana bırakılan her bir hizmet, “kalıcı” olduğuna ve mezara götürülemeyeceğine göre bu yüce devletin temsilinin de en üst düzeyde yapılması ve hüsnü kabul görmesi gerekiyordu. Bunun, hem protokol ve hem de “modern devlet” olma adına yapılması için de Ankara’da – birilerinin ısrarla “saray” dediği – “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” inşa edildi. Külliyeye “saray” ve sistem değişikliğine de “sarayın rejimi” diyecek kadar bir insan ya da zihniyetin gözleri bu kadar mı kapalı, basireti bu kadar mı tıkalı olur? Ne yazık ki OLUR!...

Başkanlık sistemiyle birlikte tüm bakanlık ve devlet kurumlarının “üst kurul” ve “danışmanlık” birimleriyle bağlı olacağı “tepe nokta” dediğimiz “külliye” den yapılacak ve “yetki karmaşası” nı ortadan kaldıracak olan “sistem” sayesinde, artık bu devlet “hantal yapı” dan bahsetmeyecek ve naçizane yukarıda da sıralamaya çalıştığımız tekliflerle birlikte ekonomiden – savunmaya, eğitimden – sağlığa, ulaşımdan – haberleşmeye, inanç özgürlüklerinden kültür / turizm ve tarih bilincine kısacası “modernleşme” ye doğru emin adımlarla yol almış olacaktır. Böylelikle her bir iktidar ya da başkandan sonra gelecek olanlar da devletin ayarlarıyla oynamaz, hele hele darbe – muhtıra – balans ve kalkışmalardan da bahsetmiş olmaz. Sizce de böyle bir devlet çok mu uzakta?!.. Eğer böyle bir devlet çok uzakta gözükecekse, o zaman; “YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE!...”

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı