BIST9.079,97%3,10
USD32.3654%0.07
EURO35,0956%0.22
ALTIN2.326,12%0.25

“Siyasal İslam”, ne kadar “İslam”?

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
14 Aralık 2019 10:47

Sağ – sol çatışmalarının yaşandığı 70’li yılların ikinci yarısından 80’li yılların ilk yarısına kadar geçen 10 yıllık zaman zarfında, bu ülkede; “bir sağdan – bir soldan” insana kıyılırken, canlar yakılırken, ocaklara kor ateşler düşürülürken, kardeş kardeşe kırdırılırken birileri sevinçten ellerini ovuşturur, birileri de Türkiye’nin nasıl yerle bir edileceğinin planlarını yapardı. O bitmek bilmeyen, içte ve dışta canlar kaybeden, “inşallah bir daha yaşanmaz!” dedirten terör yılları, açmayan gülleri soldurtmuş ve Türkiye, “aydınlık yarınlar” a nasıl çıkılacağının hesaplarını yapmıştı.

12 Eylül 1980 askerî darbesinin bir ürünü olan, garibanı öldüren – süründüren, yıllarca “baskı unsuru” – “vesayet aracı” olarak kullandırılan ve bunun sayesinde de cezaevlerini masumlara “Medrese – i Yusufiye” yaptırtan “1982 Anayasası” na tepki olarak seçilen Turgut ÖZAL liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP), ezici bir çoğunlukla iktidar olmuş, halkın teveccühünü kazanmıştı. Halk, böyle bir iktidara susamış, Türkiye yeni hamlelerle birlikte kalkınma atını şaha kaldırmıştı.

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren “siyasi aflar” la birlikte “eski liderler” yeniden gün yüzüne çıkartılmış, halkımız yeni ideoloji ve bunlara bağlı olarak da “tabela yenisi” partiler ile siyasi hayatımızın vazgeçilmez liderleriyle de tanışmıştı. Bu tablo, her ne kadar “siyasi zenginlik” olarak gösterilmiş olsa bile, aslında sonrasında yaşanılanları göz önünde bulundurduğunuz ve bunlar üzerinden kafa yorduğunuz zaman, “bölünme” nin çok da iyi bir iş olmadığı, “seçmenlik” üzerinden insanların kamplara bölündüğü – cepheleşmeye sevk edildiği de ortaya çıkmıştı.

90’lı yılların başından 2000’li yıllara kadar gelinen süreç içerisinde, Türkiye; hem bol dağıtılan ve sonrasında boş çıkan anahtar vaatleriyle - kupon particiliğiyle tanışmış, hem eskiyen partilerin kısmî iktidar olmalarına ve 80’li yıllar öncesinde kurulan benzeri koalisyonların yönettiği dönemlere de şahitlik etmiş, hem parti kapatmalarla ve hem de bin yıl süreceği iddia edilen ve sonrasında da fos çıkan malûm 28 Şubat süreci ve etkilerini de yaşamıştı.

“Parti tabelası” her ne kadar farklı olsa bile “Türk ve Müslüman” ya da “Müslüman – Türk”, etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bu yüzdendir ki; İslam ne kadar baş tacı edilirse, milliyetçilik de o kadar ayaklar altına serilmez, serilmemesi gerekir. Hani hatırlarsanız; “Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrıdağı kadar Türk” ibaresi kullanılmış ve bu iki değer “hamur – maya ikilisi” gibi – haklı bir şekilde gurur duyularak – sürekli olarak hep bir arada anılmıştır. Bunu; değişik ad ve türlerle ortadan kaldırmaya, “bölücülük” zihniyetini “millî – manevi duygular” içerisine aşılamaya, halkı birbirine karşı düşman etmeye çalışanlar yine boş durmamış, yeni bir icat bularak önce milliyetçileri kendi içlerinde bölmüş, sonrasında da ümmetçileri “laiklik” silahı üzerinden vurmaya kalkarak “siyasal İslam” cı ilan edivermişlerdir. Bu tehlikeli gidişat bize, daha önceden “sağ – sol oyunları” üzerinden seyrettirilen filmi bir kez daha seyrettirmiş, siyasi aflarla siyaset sahnesine dönen liderlerin tekrar partileri kapatılmış, öyle ya da böyle bir şekilde tarihin dehlizlerine gömülmeye çalışılmıştır.

Siyaset dünyamızın 40 yıla yakın geçmişini kısaca özetlemeye çalıştığımız yukarıdaki tablo, bizim sürekli olarak karşımıza çıkartılmakta ve film tekrar tekrar izlettirilmektedir. Ödül almayan bu film, birilerini zengin etse bile, bizi hem fakir etmekten, hem siyasetten soğutmakta ve hem de siyaset üzerinden “millî – manevî değerler” den kopartmaktadır. Yazımızın başlığını, bu gerçeği gördüğüm için “acaba” diye kuşkulanarak bu şekilde attım, atmak zorunda kaldım. Son zamanlarda yaşadıklarımıza, yapılanlara ve ortaya konulan gerçeklere baktığımız zaman, böyle bir endişeyi taşıyıp taşımamakta ne kadar haklı olduğumuzu hep birlikte göreceğiz, bu bir tarafa!...

“Sağ cenah” diye bahsedilen ya da “sağcı” gözüyle bakılan “milliyetçi – muhafazakâr” kesim, “siyaset” e, “Türk” ve “Müslüman” çerçevesinden bakarak bir analiz yapmaya – değerlendirmeye çalıştığı zaman, karşısına; Faşist (ırkçı), gerici – yobaz ve bidon / örümcek kafalı ya da göbeğini kaşıyan adam gibi tamamen haksız ithamlarla yaftalanmış bir “seçmen” profili çıkartılmakta ve bu sizi rekabetten ziyade muhatap alınmama – “öcü” gibi görülme noktalarına doğru sevk etmekte, dolayısıyla “potansiyel suçlu” ilan edilmenize sebep olmaktadır. Böyle bir tablodan çıkan sonuç; Bu ülkede “Türk” ve “Müslüman” kimliklerinin “terörist” kimliğinden daha tehlikeli görünmesine sebep olmuştur, olmaktadır. Bu da çok tehlikeli bir gidişatın habercisidir, biline!...

28 Şubat zihniyetinin bir ürünü olarak kurulan ve varlıkları kısa süren ANASOL – M Koalisyon hükümetinin ülkeyi sürüklediği durumun içler acısı olmasından ve yukarıda bahsetmeye çalıştığımız olumsuz durumların yaşanmasından sonra, “Adalet ve Kalkınma Partisi” (AK Parti) adıyla yeni bir parti kurulmuş ve şu ana kadar da devam eden bir iktidara da imza atılmıştır. Son 20 yıla damgasını vuran ve öncesinden beri gelen anlayışlara bakarak, hem geçmiş ve hem de günümüzdeki “siyasal İslam” ın ne olduğunu ya da ne olması gerektiği üzerinde durmakta yarar vardır, ki geçmişte yaşanılanlar adına bir ders çıkartılmış olsun ve bazı şeylerde de tekerrür edilmesin!...

“DİN”, “SİYASET” TEN ÖNCE GELİR

İslamiyet; dünyevî – uhrevî bütün hayatımızı şekillendirdiği gibi devlet ve onun kurumları üzerinden de siyasî hayatımızı da düzenler, şekillendirir. Ancak “din” i siz tutar “ideoloji” kılıfına büründürür, siyaset argumanı ilan eder ve kurumları – kuramları ezer geçerseniz, birileri de size, başta laiklik olmak üzere bünyenize – dininize – devletinize uygun olmayan bazı kavramları, değerlerinizin üzerine kamufle eder ve onlarla sizi sarmalayıp kuşatır. Bir çok dönemde bunu yaşadık ve çok büyük acılar çektik, acaba bunlardan ders çıkartabildik mi?!...

Kanun ve teamüllerimizde hiç de eşine / örneğine rastlanmayan uygulamalarla bu ülkede, birileri; din – dindar ve “İslamî Yaşam” üzerinden siyaset yapmaya çalışan siyasilere, baskı yapmayı – yerlerinden etmeyi hedef olarak benimsemiş ve ne yazık ki dönem dönem de başarılı olmuşlardır. Onların başarısı; bir taraftan kısmî olarak kendi heves ve isteklerinden kaynaklanıyor olsa bile, bir taraftan da İslamcı geçinen siyasilerin, basiretsizliği ve şahsî çıkarlarının ülke çıkarlarının önüne geçmesinden kaynaklanmıştı, kaynaklanmaktadır. Üzülerek de olsa gerçek bu!...

“Dil” denilen ve ıslak yerde rahat bir şekilde dönen bu organ, kimilerini rezil ederken ve kimliklerini de vezir etmektedir. “Doğruları söylemeyen / haksızlıklar karşısında susanın kör – sağır – dilsiz bir şeytandan farkının olmayacağı” ilahî mesajının arkasına saklanan ve bunu kalkan yapanlar, susmanın bazen “fazilet” olduğunu unutmuş, “her doğru her yerde dillendirilmez – konuşulmaz!” sözünü de görmezlikten / duymazlıktan gelmiştir. Bazen konuşmak “bilgi” istiyorsa, susmak da “cesaret” ister.

Siyasi başarılarını “İslamî başarı” olarak algılama cehaletine düşenler, ne yazık ki ileri / geri konuşmayı “yiğitlik” ve sus – pus olmayı da “sünepelik” zannetme bedbahtlığına düşmüş, bu da partiler üzerinden “din” e saldırmanın en geçerli argumanı yapılmıştır. Bir insanı Müslüman yapmakla, partili yapmak ne zaman aynı oldu? Diğer bir ifadeyle, Müslüman olmanın yolu “partili olmak” tan mı geçiyor, İslam; hangi ara partilerin tekelinde ve onlarla birlikte anılır olmuştur, çok merak ediyorum. Böyle olduğunda, partiler üzerinden din ve dinî değerlere saldırılar artar, insanlar da inançlarını yaşayamaz olurlarsa bunun vebalini kim üstlenecek, bu da ayrı bir cevap konusu. Bunlar yaşanıldı değil mi?!. Siyaset yapmak ve dini de siyasetin önünde görmek; dikkat, beceri, cesaret ve akıllı olmayı gerektirir. Siyaset gömleğini giymek; “ateşten gömlek” giymekse, daha çok dikkat etmek ve dini de siyasetten önce görmek / tutmak ve kabul etmek gerekir. Bir yerlere gelinecekse; yaşadığınız değil, yaşatacaklarınız önemli olmalıdır. Görüntü Müslüman’ı değil, yaşantı Müslüman’ı olmalısınız, gerisi hep teferruattır ve öyle de kalacaktır.

DİNİN “HAYIR” DEDİĞİNE, SİYASET “EVET” DİYEBİLİR Mİ?

Din; Bireyleri madden – manen ferahlatsa, huzura kavuştursa bile, esas misyonu; toplumları ve bunlar üzerinden de devletleri, manen yapılandıran, kenetleyici bağ olarak birbirine sımsıkı bağlayan – bir arada tutan en kuvvetli ilahi öğretiler bütünüdür. Dine bu açıdan baktığımız zaman, İslamiyet’in değeri daha iyi anlaşılmış olur.

Bizim dinimiz; devlet yapılanması, beyt - ül mal’a bakış açısı, yetim hakları, ehil insanların göreve getirilmesi, suçlu – suçsuz, haklı – haksız vb. bütün durumları adalet / hak ve hakkaniyet açısından ele alır, kısasa kısas ve bunun üzerinden de “kısasta hayat vardır!” gerçeğinden bakar. Referans ve yaşantı olarak kendine İslam’ı ve onun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizi “rol model” seçenler, ne demek istediğimizi iyice araştırsınlar. Sıkışınca değil, sıkışmadan kaynak / örnek göstermek insanlığın şanından olsa gerek.

Hani sayısal İslam’dan ziyade, siyasal İslam’dan bahsediyorduk ya!... Hani “biz” olmaya çalışırken yanımızda olan İslam ve Müslümanlardan, biz olduktan sonra nasıl uzaklaştığımızı – onları nasıl yok saydığımızı, makam kapılarımızı onlara nasıl “Kâbe Kapısı” yaptıklarımızı, “lider” bellenen insanların “insan” olduklarını unutup onları “zamanın Peygamberi” – “Allah’ın vasıflarının toplandığı lider” ilan edecek - dokunulmayı bile “ibadet” olarak kabul edecek kadar alçalmayı ve bunda da yalakalık sınırlarının aşıldığını, Kur’an – ı Kerim’in suresiyle “bakara – makara” diye dalga geçenlerin iç yüzlerini ya da yüzsüzlüklerini, akrabaya iyilik etmeyi – yardımlaşmayı “kayırma” olarak algıladığımızı ve bunları da meziyet olarak ifade ederken yüzsüzleşerek nasıl da güldüğümüzü, toplumun “ayıp” – kanunun “suç” ve dinin de “günah” saydığı “zina” yı nasıl meşrulaştırıp “normal” sayar hâle geldiğimizi, evli olan bakan – milletvekili – parti il ya da ilçe başkanlarının yanında çalışanlara yan gözle bakıp – evli olanların yuvalarını bozup onlarla evlenenlerin ya da “dinî nikâh” ı aracı olarak kullanıp nasıl da sapıklaştıklarını ve dini kendilerine nasıl alet ettiklerini, rüşvet – irtikap – adam kayırma – yolsuzluk vb. durumların “ihale için yeterlilik” sayıldığı, İstanbul Sözleşmesi adı altında cinsel sapıklıkların normalleştirildiği – yuvaların dağıtıldığı – kadınların putlaştırıldığı, hırsızlıkların “suç” olmaktan çıkartıldığı, “süresiz nafaka” adı altında insanlara nasıl zulmedildiği ve bu yolla evliliklerin azaldığı – boşanmaların ve kadın cinayetlerinin arttığı, EYT ve af konularında insanların umutlandırılıp umutlarının nasıl başka bir bahara bırakıldığı, kanunların geriye dönük çalıştırılarak insanlara nasıl zulmedildiğini vb. durumların hangisi ya da hangileri İslam’la bağdaşıyor? Bu soruyu başka bir şekilde sormak gerekirse, İslam mı siyasetin üzerinde yoksa siyaset mi İslam’ın üzerinde? Hangi biri diğerinin üzerinde inşa edilecek, hangi mantık bunu alıyor? Dinin “hayır” dediğine, siyaset “evet” diyebilme cesaretini nereden alıyor ve böyle bir durumda, “din” nerde kalır?!...

Siyasal İslam, iktidar olabilmek adına “muhafazakâr” lığın sadece “kâr” kısmını alıyor ve “sayısal” açıdan da başarıya ulaşıyor ve “muhafaza” etmesi gereken değerleri “paçavra” gibi fırlatıp atıyorsa, o zaman geçmişte yaşanılanlar tekrar edilirse bunun suçlusu kim olacak; Size oy vermeyip peşinizden gitmeyenler mi, davanıza sahip çıkmayanlar mı, her geçen gün kan kaybetmenize sebep olan bakan – milletvekili – partililerin halâ yanınızda olmaları mı yoksa aşığı olduğunuz halkın sorunlarını görmezden gelinmeleri mi, söyleyin bakalım hangi birisi?!..

Hani yazımızın içerisinde bir endişe taşıdığımızı ve bunun da ilerleyen dönemlerde bize zarar vereceğini söylüyorduk ya, ne yazık ki son 7 – 8 yıldır yaşatılanlar adına gördüklerimiz ve yukarıda da örneklerini vermeye çalıştıklarımız bizi “haklı” çıkartmıştır, keşke “haklı” olmasaydık!.. Bu durumlar, bizi hem siyasetten ve hem de davadan soğutmuş olsa bile, umarız ki siyaset üzerinden geçmişte yaşanılanlar, tekrar yaşanılmaz ve Müslümanlara da “baskı unsuru” – “vesayet aracı” olarak da kullanılmaz. Kimsenin; Sevincimizi kursağımızda bırakmaya ve bizim üzerimizden de “dünyalık” larını elde edip bizi yok saymaya ve sesimizi duymamaya çalışmalarını da görmezden gelemeyiz.

Bizim derdimiz; hiçbir zaman sandık olmamış, tam aksine İslam’ın sancaktarlığını yapanlara sahip çıkmak olmuştur. Bu sancağı yere düşürmeyen herkesin davası davamızdır ve – adı, sanı ve titri ne olursa olsun - mücadelesine de sahip çıkmak boynumuzun borcudur, bu da böyle biline!...

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı