BIST8.989,26%2,07
USD32.3292%0.11
EURO35,0778%0.02
ALTIN2.297,32%0.87

TÜRKİYE NASIL KURTULUR? – 4 –

Günay Ertan Akgün

Abone OlGoogle News
11 Aralık 2019 10:36

Sağlıklı Bir Özelleştirmeyle Türkiye’nin “Kendini Tüketen Bir Ülke” Olma Statüsünden Kurtarılması:

Türkiye’nin bir “KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) Buhranı” vardır. Bu buhrandan kurtulmak ve refaha kavuşmak için, çeşitli tedbirlerin alınımı yoluna başvurulmakta ve çareler üretilmeye çalışılmaktadır. Ne kadar başarılı olunduğu ya da olunamadığı ise – gidilen bir arpa boyu yol kadar – ortaya çıkmakta, sorunun çözümü ise “satmak”, “kirâlamak”, “yap – işlet – devret” ve bu sayelerde de “kurtulma” da aranmaktadır. Evet, devleti; ekonomik ve siyasî yönlerden zarara ve zaafa uğratan, tüketilmesinin zeminlerini hazırlayan, amaçları dışına çıkartılan KİT’lerden bahsediyoruz!...

Ansiklopedik ve istatistikî bilgiler vererek, yazıyı rakamlara ve tablolara boğmak istemiyorum. “Şu KİT şu kadar zarar etti!” demekle, hiçbir şeyin değişmeyeceği ve görünen köyün de kılavuz istemeyeceği kanaatindeyim. Burada unutulmaması gerekir ki, özel şirketler gibi “kâr – zarar hesapları” nı göz önünde bulundurmak ve sadece “kâr” gayesini gütmek için de kurulmamışlardır. Zarar ettiğinde ise – kuruluşlar tamamen devlete ait oldukları için – birinin iğnesiyle (kârıyla) diğerinin deliği (zararı) dikilecek ve genellikle delikler büyük olduğu için “yamama” yoluna gidilecekti. Bu metot, bir süre devam etti ve KİT’ler üzerinden “bütçe”, bütçe üzerinden de “hazine” ve hazine üzerinden de “devlet” zarar etti. İğne ve yama vazifesi her bir KİT’deki deliklerin had safhaya varması ve dikecek iğne bulunmaması neticesinde, metodun yanlışlığına karar verilmiş oldu. En kestirme yol olarak da, “Bu metottan tez zamanda vazgeçilmesinin gerekli olduğu” gösterildi. Böylelikle “özelleştirilme” adı verilen bebek de dünyaya gözlerini açmış oldu. Doğum iyi geçmişti ama sonrası için aynı şeyi söyleyebilmek pek de mümkün olmamıştır.

Bir şirket sahibi, her zaman ve zeminde şirketini kâra geçirmenin ve zarardan kurtulmanın yollarını arar. Bu konuda, başvurduğu her türlü yola – ticarî açıdan – “mubah” gözüyle bakılır. Çünkü, söz konusu olan “ticarî itibarının zedelenmemesi” – “itibarının korunması” ya da piyasa ağzıyla “kredi notunun düşmemesi” dir. Bu kişi; işadamı, sanayici, tüccar, esnaf, yatırımcı ve müteşebbis adlarıyla anıldığı ve tanıtıldığı için bunların başvurduğu her türlü yola – kanunî normlara aykırı olmadığı takdirde – “normal” gözüyle bakılır, bakılmak zorundadır. Çünkü, adam – ticaretin onda dokuzu sayılan – “cesaret” i gösteriyor ve “ticaret” le uğraşıyor, uğraşmaktadır. Ayrıca istihdam sağlayarak “işsizlik oranı” nı düşürmeye ve ayakta kalmaya çalışıyor. Peki devlet için böyle bir sonuca varabilmemiz mümkün müdür?!...

Devlet, tüccar ya da esnaf mıdır ki bu şeyleri alıp satsın?!.. Devleti, “siyasî yapılanma” şeklinden “ekonomik yapılanma” şekline doğru itmenin – kapitalizm dişlileri arasına saplamanın kime ne yarar sağlayacağını bu kamuoyu bilmek zorunda değil midir?!... Türkiye’de “devlet”, patronluktan kurtulamayıp garsonluğa geçişi sağlayamadığı sürece, toplumu da ona “devletin bir limon satmadığı kaldı!” şeklinde serzenişte bulunacak ve haklı olarak da bu gözle bakacak, yağdanlık – yalakalık ve torpilden bahsedecektir, şüphesiz…

Devlet; siyasî bir yapılanmadır ve bu yapılanma neyi gerektiriyorsa onu yapar. Görevi ise ticaretle uğraşmak, ekonominin tüm katmanlarını elinde bulundurmak ya da iş dünyasıyla yarışmak değildir. Hele hele “sahiplenme” ve “yatırım yapmak” gibi tamamen ilgi ve sorumluluk alanlarının dışında olan mevkilerden uzak durmalı, bunlarla ilgilenmemelidir. (Ancak unutulmamalıdır ki, devlet; gerek stratejik öneme haiz olan yeraltı – yerüstü madenleriyle,gerek iletişim sektörü ve gerekse savunma sanayisiyle ilgili alanlarda söz sahibi olmaktan da kaçınmamalıdır.) Bunun tam tersini yaptığında ise ortaya – son çare olarak düşünülen – “özelleştirme” çıkacak ve “sat – kurtul” ya da “ver – kurtul” yoluna gidilecektir.

Devlet, kalkınmasını; Adil bir vergi sistemini kurup hayata geçirmesi ve geliştirmesi koşuluyla sağlayabilir, KİT’lere KİT katarak ya da onları satarak değil!... Peki KİT’ler niye zarar ediyor; Ürünleri kalitesiz mi, pazarlama ağı yok mu var da yetersiz mi geliyor, yeni küresel pazarlara giremiyor mu, sattığı ürünlerin paralarını alamıyor mu?!.. (Bu devletin bir zamanlar Sümerbank ve giyim mağazaları gerçeği vardı, hatırlayanınız var mı?!) Bu soruları daha da genişletebilmemiz mümkündür. Ancak KİT’lerin zarar etmesindeki sorun, bunlardan kaynaklanmıyor, bazılarının etkisi az ya da çok olsa bile!... Öyleyse, KİT’lerin zarar etmesinin ardında başka şeyleri aramak gerekir.

KİT’lerin zarar etmesindeki birinci etken, kadro şişkinliğine sebep olan “Personel Yığılması” ya da diğer bir ifadeyle “Aşırı Kadrolaşma” dır. “İşe göre adam” değil de “adama göre iş” ilkesini kabul eden ve buna göre personel alımı yoluna giden bir devlet, iflas bayrağını çekmenin zeminini hazırlamış demektir. Öyleki, göreve “talip olmak” la “lâyık olmak” arasındaki farkı anlamaktan âciz olan siyasiler, dolandırıcılık – hırsızlık ve rüşvet gibi yüz kızartıcı suçları işleyip istifa etmemekte direnen ve istifa müessesesine işlerlik kazandıramayıp Japonların onurunu bile sergilemekten kaçınan personeller olduğu müddetçe, devletin, yapısı da tartışılır ve iflas bayrağının çekilmesi için de zeminler hazırlanmış olur. Ayrıca, gereksiz kadroların her iktidar değişiminde bir KİT’e yerleştirilip bu sayede diyet borçlarının ödenmesi yoluna gidilirse, KİT – kârda olsa bile – bu sayede zarar ettirilir, yine de sonuç iflas bayrağının çekilmesi olur. Bunun içindir ki, hak etmeden alanlar, hak edip de alamayanlardan çok olduğu sürece bu kısır döngü de devam etmiş olacaktır.

İkinci etken ise kamu personelinin israf ve lükse düşkün olmasıdır. Son model ithal ya da yerli otomobillerin “makam ve hizmet aracı” adı altında tahsis edilmesi, bunların gereksiz yerlerde kullanılması – bilhassa siyasilerin “protokol” kılıfına uydurularak karşılanması – gayesiyle, aşırı israfa gidilmekte ve bu “israf”, devlete “masraf” olarak geri dönmektedir. Ayrıca, özel günlerde tertiplenen resepsiyon, balo, yemekli – sazlı – cazlı toplantılar ve gezilerin âdet haline getirilmesi, beş yıldızlı sosyal tesislerin inşa edilmesi ve faturalarının da KİT’ler tarafından ödenmesi, zarar basamaklarından emin adımlarla iflas bayrağını çekmeye doğru gidildiğinin bir göstergesidir. Devletteki aşırı debdebe ve lükse düşkünlük, Osmanlı’nın Lale Devri’ni bile aratıyorsa vay halimize!...

Üçüncü etken ise – basit olarak gözüken ama öyle olmadığı tespit edilen – mesai saatlerinin ülke gerçeklerine göre düzenlenmemesi (ileri saat uygulaması (saatlerin ileri – geri alınması) farklı bir uygulamadır.) ve tatil sürelerinin uzun olmasıdır. MİLLENİUM diye tabir edilen ve 20 yılını geride bıraktığımız 21. Asrın sadece 2019 yılının - cumartesi ve Pazar günleri de dâhil olmak üzere – tatil süresi 120 gündür. Ayrıca bir personelin yıllık iznini de eklediğinizde tablo değişik bir hâl alacak ve yılın üçte biri tatile gidecektir. Çalışmadan – üretmeden tüketen bir toplum olduğumuz için, bu tatil sürelerine de normal gözle bakılacak, hatta daha da uzatılması için bahaneler aranılıp kamuoyu baskısından ve sonra da – yıllık izinlerini tam olarak kullanmayan, kullanana rastlanmayan – Japonların mucizesinden bahsedilecektir. Esas mucize (!), yılın yarısını çalışıp diğer yarısında da yan gelip yatmaktır. Olayın bir diğer boyutu da mesai saatlerinin ülke gerçeklerine göre ayarlanmamasıdır. Kâğıt üzerinde 08.30 – 17.30 olarak gözüken mesai saatlerinin uygulama da hiç de böyle olmadığını görürsünüz. Hatta birçok kamu bankasının 16.30’dan sonra mevduat işlemi yapmadığına da şahit olursunuz. Hele hele öğle arasındaki bir saatlik mola süresi var ya, bu da iyileşmek bilmeyen yaraya neşter vuruyor. Mesai saatleri, hem ülke ve hem de bölge gerçeğine göre düzenlenmeli, kesinlikle dışına çıkılmamalı, hangi babayiğit gelirse gelsin bu kural iptal edilmemelidir.

KİT’leri zarara uğratan bir diğer etken de, atanmışların, atandıkları yerleri beğenmedikleri, taşrada görev yapmak istememeleri, “depo tayini” nde kalmaları ve “becayiş sistemi” nin halen yürürlükte olmasıdır. Bu durum, bilhassa Millî Eğitim ve Diyanet teşkilatlarında daha ziyade göze çarpmaktadır. İşsizlik oranının astronomik rakamlara ulaşması bir tarafa, atanmışların makam ve mekân beğenmemeleri de toplumumuzu yakından ilgilendirmekte hatta üzmektedir. Hele hele kriz ortamlarına bile millet bir ekmeğe muhtaçken, iş ve yerini beğenmeyene ne demek gerekiyorsa onu demeniz insafınıza kalmıştır.

Yukarıda sıralamaya çalıştığımız etkenler, KİT’lerin zarara uğratılmalarına neden olmakta ve böylelikle iflas bayrağının çekilmesine de zemin hazırlanmaktadır. Öyleyse, ne ya da neler yapılabilir?!. Çözüm basittir: Bir kere bu etkenler ortadan kaldırılmalı, sağlıklı özelleştirilmeye gidilmeli ve satışlar gerçek değerleri üzerinden yapılmalıdır. Ayrıca devlet, “özelleştirme” den önce “öz eleştiri” yapmak zorundadır. Hem de işe “nerede hata yaptık?” sorusuna cevap arayarak başlamalıdır, ki teşhisin doğru konulduğu yerde tedavi de kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.

KİT’ler sayesinde kendini tüketme noktasına getiren devletin özelleştirme yapmadan önce şu kriterleri de göz önünde bulundurması gerekir;

1 – Hayatî önem arz eden ve yaptırım gücünü elinde bulunduran – bilhassa MKE, ASELSAN, TAI ve TEİ gibi güvenlik ve savunmaya yönelik teknolojik ürünler üreten – kuruluşlar ile TRT gibi haberleşme / iletişime yönelik faaliyet gösteren kurumlar özelleştirme kapsamı dışında tutulmalıdır. (Türk Telekom’un özelleştirilmemesi ve ehil kadrosunun değiştirilmemesi için uğraş veren ANASOL – M koalisyon hükümetinin MHP kanadından Ulaştırma Bakanı Prof. Dr. Enis ÖKSÜZ’ün ne tür kişi, anlayış ve uygulamalara muhatap bırakıldığını, “kriz” in başlıca müsebbibi olarak gösterildiğini, nasıl istifaya zorlandığını ve neredeyse “vatan haini” ilan edildiğini esef verici bir şekilde izlemiştik. Sonrasında ne oldu, TÜRK TELEKOM; AK Parti iktidarı zamanında 2005 yılı kasım ayında % 55 hissesi Lübnanlı Hariri ailesinin sahibi bulunduğu Saudi Oger’e bağlı olan Oger Telekom şirketine 6 milyon 550 milyon dolara 21 yıllığına devredilerek özelleştirilmiştir. Sonunda ne mi oldu; “Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi” diye gurur duyulan ve kâr etmesine rağmen özelleştirilen Türk Telekom’u alan şirketin bankalara olan borçlarının ödenmemesinden dolayı üç büyük banka Telekom’un % 55 hissesine el koymak zorunda kaldı.)

2 – Bir kuruluş “özelleştirme” kapsamına alınırken benzeri kuruluşların kurulmasına da zemin hazırlanmamalı ve izin verilmemelidir. Lojman ve sosyal tesisler kapatılır ya da özelleştirilirken, yurdun başka bir köşesinde benzeri yapılaşmaya izin verilmemelidir.

3 – Acil satılması gereken kuruluşların özelleştirilmesine ivedilik kazandırılmalıdır. Bunlar, bütün olarak değil parça parça satışa çıkarılmalıdır. Böylelikle “ucuza kapatma” ve “peşkeş çekme” gibi hadiselerle de karşılaşılmamış olur. Tesis, işletme, lojman gibi yerlere “satışta öncelik” tanınmalıdır. TBBM lojmanlarının özelleştirilmesi, bu konuda çok iyi bir örnek olmuştur.

4 – Kuruluşlar, bir kişi zümre ya da aileye yakın olanlara peşkeş çekilerek değil, gerçek değeri üzerinden ya çalışanına, ya üretici yöre halkına ya da “Kooperatif” – “A.Ş. Yapılanması” gibi bir modele gidilmesi koşuluyla halka açık kuruluşlara satılmalıdır. (Geçmişte, fikir ve temelde bir olan ancak bir inat uğruna “ortak adres” te buluşma fedakârlığında bulunamayan DYP ve ANAP’ın, öteden beri birbirleriyle zıt gittiği, birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bilinen bir gerçektir. Zamanın DYP lideri Prof. Dr. Tansu ÇİLLER’in KARDEMİR’i 1 TL’ye özelleştirmesine karşı çıkan zamanın muhalif (ANAP) lideri Mesut YILMAZ’ın, ANASOL – M koalisyonun ortağı olduğu 01 Aralık 2001 tarihindeki Meclis’teki parti grup toplantısında, partililerine; “Gerekirse üstüne para verilerek özelleştirilmenin yapılması gerektiği” ni söylemesi, bir kere daha ülkenin sırtındaki kamburlardan bir an önce kurtarılmasının şart olduğunu ortaya koymaktadır. Zamanında ÇİLLER’in uygulaması, “devleti zarara uğrattı!” üzerinden çok tartışıldı ama sonuçta kazanılanlar görüldükçe bazıları “şapka çıkarmak” zorunda kaldılar. Bu yüzden gerçek, gerçektir; Muhalefette de olsa, iktidarda da olsa değişmez!...)

5 – Personel açığı bulunan kuruluşlara – her ne şekil ve statüde olursa olsun – personel alınmamalı, personel fazlalığı bulunan kuruluşlardan – nakil yoluyla – bu açık kapanmalıdır. Ondan sonra sözü edilen bu kuruluşların özelleştirilmesi yoluna gidilmelidir. Özelleştirilen bu kuruluşlarda çalışıp emekliliği hak edenler emekli edilmeli, geriye kalan personel ise mağdur edilmemeli, buralardaki personelin sosyal şartları da kanunî teminat altına alınmalıdır. Tam aksi bir durum söz konusu olduğunda “sosyal patlama” meydana gelir, bunu da kimse isteme cüretinde bulunamaz.

6 – Özelleştirmeden doğacak olan gelirlerin, enflasyon deliğini dikme ya da yamama görevini görmesi için değil, kamu yararı için kullanılacağı konusunda teminat verilmelidir. Ülkenin en ücra köşesinde açılmayı bekleyen okulların inşası, yeni bir iş kapısı açmak ya da başarılı öğrencilere burs vermek gibi!...

7 – Özelleştirmeden elde edilecek olan gelirler, ayrı (diğer hesaplardan tamamen farklı) bir hesapta (geçici bir fonda) toplanmalı ve iktisadî teşekküller için değil, yurtdışındaki kaçak eserleri Türkiye’ye kazandırmak, yeni kütüphaneler kurmak ve hali hazırdakileri daha da geliştirmek, bilim / araştırma ve strateji merkezleri – teknoloji üsleri kurma geliştirme ve güçlendirme gibi kültür / medeniyet dünyamıza yeni projeleri kazandırmak için harcanmalıdır. Böylelikle “kültür ve sanat damarı kopan bir millet, taklit etmeye mahkûmdur!” gerçeği de unutulmamış olur.

“Özelleştirme; Devlet, zarara uğratılmasın da nasıl – ne şekilde yapılırsa yapılsın!” şeklinde yapılmamalıdır. Hele hele KİT’lerin, 39 ya da 59 yıllığı şeklinde kiralanması gibi bir yolun da izlenmesi – devlette devamlılık esas olduğu ve ileride yine başını ağrıtacağı için – sakıncalı bir durumdur. KİT’ler, istihbarî ve güvenlik açısından önemli olan, caydırıcılık gücünden yararlanılan – yararlanılacak olan kuruluşlar hariç, sağlıklı bir politika takip edilerek ve gerçek değeri üzerinden kademeli kademeli satılarak özelleştirilmelidir. Böylelikle devlet, sırtındaki kamburlardan da kurtarılmış olur!...

21. asrın 20 yılını geride bıraktığımız bu günlerde, halkıyla barışık olan, ekonomisi düzlüğe çıkıp rahat bir nefes alan, her alanda – yapısına ve toplumuna ters düşmeyecek şekilde – yeniden yapılanmaya giden, düşman yerine dost kazanan göz kamaştırıcı bir devlet görmek için çok çalışmak gerekir. Bunu başarmak zannedildiği kadar da zor değildir. Bu çerçevede böyle bir devlete sahip olmak da fazla lüks olmasa gerek!... Sizce, Türkiye, bu lüksü hak etmiyor mu?!...

8 – Sağ – Sol Gibi İdeolojiler ile Dini Fikirleri, “Tehlike” ve “İllegal” Görme Anlayış ve Uygulamalarına Son Verilmesi, Türkiye’nin Bu Alanlarda Bile Yaşanılabilecek Bir Ülke Olduğunun Kanıtlanması, Devletin Dış Görünüş – Kültür – Dil – Din – Gelenek ve Göreneklere Göre Toplumu Sınıflandırıp Hizmet Götürme Derecesinin Ortadan Kaldırılması:

Türkiye – bilhassa Anadolu coğrafyası – üzerinde nice devletler kurulmuş, nice milletler bu coğrafyada hüküm sürmüş, gelip geçmiştir. Bu coğrafya bazı milletlerin hazin sonuna zemin hazırlarken, bazılarına da mutluluğun kapılarını sonsuza kadar açmıştır. Bizans’a mezar olan İstanbul surları, Osmanlı’ya Avrupa’nın kapılarını açmıştır.

Türkler, at nalı izlerinin bulunduğu coğrafya üzerinde 16 devleti kurup yıkmış ve 17. sinin varlığını devam ettirmeye çalışıyor. Devlet aşamalarında varlığını idame ettiren Türkler, tebeası altındaki – din, dil, ırk, kültür, gelenek ve göreneklerle bir nakış gibi işlenmiş – milletlerle bir arada yaşamış ve bunu gurur kaynağı olarak tüm dünyaya haykırmıştır. Bu milletlerin – bölücü ve yıkıcı, her yönüyle zarar verici, milletin ve devletin huzurunu kaçırıcı, dinamik yapıya zarar verici eylemlerde bulunmaları hariç – yaşantılarının hiçbir evresine müdahale edilmemiş, vergiden ve askerlikten de muaf tutulmuşlardır. Osmanlı, bunun en açık ve somut bir göstergesi olmuştur.

Osmanlı coğrafyasının mirasçısı olan Türkiye – dün olduğu gibi – bugün de çeşitli milletleri bağrında barındırmaktadır. Bununla gurur duyan herkesin – kim olursa olsun – bu ülkede yeri vardır ve her zaman da var olacaktır. Ancak beyindeki düşünceyi, ideolojiyi (sağ ya da sol fark etmez) , dinî inanç ve fikirleri legal yoldan illegal yola kaydırdığınızda (28 Mayıs 2013 tarihinde başlayan gezi eylemleri ile 15 Temmuz 2016 tarihli hain FETÖ darbe girişiminde de olduğu gibi) karşınıza “Ya sev, ya terket!” zırhını bulursunuz. Türkiye, tehlikeliyi – tehlikesizi iyice ayırt edebilmek ve tüm görüşlerin demokratik ortamlarda konuşulabileceği – savunulabileceği bir ülke olmak zorundadır. Bu ülke, artın dine ve ideolojilere dayalı düşünceleri “suç” olmaktan çıkarılmalıdır.

Türkiye, “laiklik” kalkan yapılarak dine ve dini düşüncelere pranga vurulan, sağ ya da sol görüşlerle ilgili siyasi partiler iktidarda yer aldıklarında karşıt görüşleri “düşman” olarak gören ve kadrolarını kendi görüşlerine yakın kişilerden oluşturan, dilinden ve yaşantılarından dolayı diğer insanlarımıza hizmeti derecelendirerek götürme lüksünden – tavrından vazgeçilmeyen bir ülke olmaktan çıkarılmalıdır. Şöyle geçmişe doğru bir baktığımızda, Türkiye’de; 1993’te 60, 1994’te 102, 1995’te 83, 1996’da 91 gazeteci tutuklanmış; 1993’te 18, 1994’te 45, 1995’te 46, 1996’da da 31 yazar “düşünce suçlusu” olarak cezaevine girmiştir. 1997’de 22 ülkenin cezaevinde toplam 180 gazeteci bulunmaktadır. Bunun 78’i Türkiye’dedir ve birincilik – her olumsuz alanda olduğu gibi – yine bizdedir. Sayı Zambiya’da 1, Sudan’da 2, Nijerya’da 8’dir. Artık bu tablolardan esef duymalı ve başımızı iki elimizin içerisine alıp, “beynimizi kemiren bu görüntülere karşı ne yapabiliriz?” sorusuna cevap aramalıyız.

Türkiye; düşüncelerinden, inançlarından, yaşantılarından dolayı fikirlerini rahatça ifade edebilecek – tatbikata dökebilecek – insanlara cehennem olmamalıdır. Devletine karşı güvenini – inancını kaybeden kişiler için devlet;mahkeme duvarı gibi soğuktur. Bu düşüncede olan insanlar için devlet, hiçbir anlam ifade etmez. Türkler için devletin ne anlama geldiğini sorgulamak kimsenin hakkı olmadığı gibi, bu ülkede hiç kimse hiçbir bireye “ya sev, ya terket!” deme hakkına da sahip değildir.

Günay Ertan Akgün

Akit TV köşe yazarı